Ашық сабақ, ҚМЖ, көрнекілік, презентация жариялап
2 млн. ₸ табыс табыңыз!
0 / 1
Материалға шағымдану
Назар аударыңыз. Бұл материалды сайт қолданушысы жариялаған. Егер материал сіздің авторлық құқығыңызды бұзса, осында жазыңыз. Біз ең жылдам уақытта материалды сайттан өшіреміз
Шағым жылдам қаралу үшін барынша толық ақпарат жіберіңіз
Сіздің сұранысыңыз сәтті жіберілді!
Жақын арада сайт әкімшілігі сізбен хабарласады
1 бонус = 1 теңге
Бонусты сайттағы қызметтерге жұмсай аласыз. Мысалы келесі материалды жеңілдікпен алуға болады
Бонусты жинап картаңызға (kaspi Gold, Halyk bank) шығарып аласыз
Бонусты жинап картаңызға (kaspi Gold, Halyk bank) шығарып аласыз
Түсінікті
МИНИСТРЛІКПЕН КЕЛІСІЛГЕН КУРСҚА ҚАТЫСЫП, АТТЕСТАЦИЯҒА ЖАРАМДЫ СЕРТИФИКАТ АЛЫҢЫЗ!
Сертификат Аттестацияға 100% жарамды
ТОЛЫҚ АҚПАРАТ АЛУ
Маленький принц түрік тілінде
Материал туралы қысқаша түсінік
Антуан де сент Экзюпери- Маленький принц кітабы түрік тілінде
Авторы:
Автор материалды ақылы түрде жариялады.
Сатылымнан түскен қаражат авторға автоматты түрде аударылады.
Толығырақ
22 Қырқүйек 2023
145
0 рет жүктелген
Тегін турнир Мұғалімдер мен Тәрбиешілерге
Дипломдар мен сертификаттарды алып үлгеріңіз!
Дипломдар мен сертификаттарды алып үлгеріңіз!
Бұл бетте материалдың қысқаша нұсқасы ұсынылған. Материалдың толық нұсқасын жүктеп алып, көруге болады
Материалдың толық нұсқасын
жүктеп алып көруге болады
Altı yaşındayken
Gerçek Öyküler adlı,
balta
girmemiş
ormanlardan söz eden
bir kitapta korkunç bir
resim görmüştüm. Boa
yılanının bir hayvanı
nasıl
yuttuğunu
gösteriyordu. Resmi
yukarıya çizdim.
Kitapta şunlar yazılıydı: "Boa yılanı avını
bütün halinde çiğnemeden yutar. Ondan sonra
hiçbir yere kımıldayamaz ve altı ay süren
sindirimi boyunca uyur."
Balta girmemiş ormanlar üzerine uzun uzun
düşündüm bunları okuyunca. Sonra da biraz
çaba ve renkli kalemle ilk resmimi yaptım. İşte l
numaralı resmim aynen şöyleydi:
Sanat yapıtımı büyüklere gösterdim. Korkup
korkmadıklarını sordum. "Korkmak mı?"
dediler. "Şapkadan mı?"
İyi ama, şapka resmi yapmamıştım ki ben.
Fili yutmuş olan bir boa yılanı resmi yapmıştım.
Ama büyükler anlamadığı için onlara bir resim
daha yaptım. Büyükler açık seçik görüp
anlasınlar diye fili yutmuş olan yılanın içini
çizdim. Şu büyüklere her şeyi tek tek açıklamak
gerekir hep. 2 numaralı resmim de şöyle oldu:
Büyükler bu kez de boa yılanının içinin ya
da dışının resimleriyle uğraşmayı bırakıp,
kendimi coğrafya, tarih, aritmetik ve dilbilgisine
vermemi öğütlediler. İşte daha altı yaşındayken
belki de çok büyük bir ressam olma fırsatını
böylece kaçırmış oldum, l ve 2 numaralı
resimlerimin başarısızlığı hevesimi kırmıştı
doğrusu. Büyükler hiçbir şeyi kendiliklerinden
anlamıyorlar. Onlara hep bir şeyleri açıklamak
zorunda olmak ne kadar da sıkıcı bir şey
çocuklar için.
Ben de başka bir meslek seçtim kendime:
pilot oldum. Dünyanın her yerinde biraz uçtum.
Coğrafyanın çok işime yaradığı bir gerçek. Bir
bakışta Çin'de miyim, yoksa Arizona'da mıyım
anlarım. Geceleyin yönümü şaşırınca çok yararlı
olur bu bilgiler.
Hayatım boyunca birçok önemli kimseyle
ilişkilerim oldu. Büyüklerin arasında da çok
bulundum. Onları çok yakından tanıma fırsatı
geçti elime. Ama doğrusu onlar hakkındaki ilk
yargımda bir değişme olmadı.
Zaman zaman aralarında birazcık daha zeki
görünenler olmadı değil. Öyle zamanlarda
hemen hep yanımda taşımakta olduğum l
numaralı
resmimi
çıkarıp
denememi
yapıyordum: bakalım kavrayışı yerinde mi diye.
Ama ne çare, o da sözleşmiş gibi ötekilerle aynı
yanıtı veriyordu: "Şapka."
Eh bunun üzerine ben de ona boa
yılanından, balta girmemiş ormanlardan, ya da
yıldızlardan filan söz etmiyordum artık.
Anlayacağı düzeye iniveriyordum; briçten,
golften. politikadan, kravattan filan söz
açıyordum. Büyükteki keyfi görün siz artık; aklı
başında biriyle karşılaştı ya sonunda.
Bundan altı yıl
önce Büyük Sahra
Çölü
üzerinde
uçağımla geçirdiğim
kazaya kadar işte bu
yüzden yapayalnız bir
hayat sürdüm. Motorda
bir parça kırılmıştı.
Değil tamirci, yanımda
bir
yolcu
bile
olmadığından bu çetin işe tek başıma
koyulmuştum. Benim için ölüm ya da kalımdı
bu. Çünkü yalnızca bir haftalık suyum vardı.
İlk gece en yakın yerleşim merkezinden bin
kilometre uzakta kumda uyudum. Okyanusun
ortasında salıyla kalakalmış bir denizciden bile
çok daha yalnızdım. Bu yüzden gün doğarken
incecik bir sesle uyandırıldığımda nasıl
şaşırdığımı tahmin edersiniz sanırım. İnce ses,
"Lütfen," diyordu. "Bana bir koyun çizin!
"Ne?.."
"Bir koyun çizin!"
Yattığım yerden ayağa fırladım. Beynimden
vurulmuş gibiydim. Gözlerimi açıp açıp
kapadım. Çevreme baktım. Küçücük, olağandışı
biri ciddi bakışlarla beni süzüyordu. Sonradan
resmini yapmaya çalıştım, ama kendisi
resminden çok daha sevimli tabii.
Ama bu benim suçum değil. Daha altı
yaşındayken büyükler resim yapma konusunda
hevesimi kırdıklarından, boa yılanının dıştan ve
içten görünümleri dışında başka bir şey çizmeyi
öğrenemedim.
Şaşkın şaşkın, karşımda duran bu kişiye
bakıyordum. En yakın yerleşim merkezinden
tam bin kilometre uzakta olduğumu söylemiştim.
Ama bu küçük kişinin hiç de çölde kaybolmuş,
yorgunluktan, açlık ya da susuzluktan perişan
olmuş veya korkmuş bir görünüşü yoktu.
Kendimi toplayıp konuşmaya çalıştım:
"Ama sen... Sen burada ne arıyorsun?"
Alçak bir sesle, çok önemli bir şey
söylüyormuşçasına yineledi: "Lütfen... Bir
koyun çizin bana..."
Kafanız allak bullak olunca söyleneni
yapmamazlık edemiyorsunuz. Size saçma ya da
gülünç gelebilir, ama en yakın yerleşim
merkezinden bin kilometre uzakta ölüm
tehlikesiyle yüz yüze bir halde oluşuma
bakmaksızın cebimden dolmakalemimle bir
kâğıt çıkardım. Ama birden aklıma yıllarımı
coğrafyaya, tarihe, aritmetik ve dilbilgisine
verdiğim geldi. Resim yapmayı bilmiyordum ki.
Biraz üzülerek bunu söylediğimde, "Ne olacak
canım," dedi küçük çocuk. "Bir koyun çiziverin
işte..."
Daha önce hiç koyun çizmemiştim. Bu
nedenle ona koyun yerine, çizmeyi
becerebildiğim iki resimden birincisini çizdim.
Şu, boa yılanının dıştan görünüşünü. Resmi
gösterince çocuğun söyledikleri beni çok şaşırttı:
"Hayır, hayır! Fili yutmuş olan boa yılanının
resmini istemiyorum ben. Boa yılanı çok
tehlikeli, fil ise çok büyük. Benim yaşadığım
yerde öyle küçüktür ki her şey. Bütün istediğim
bir koyun. Bir koyun çizin bana."
Sonunda bir koyun resmi yaptım. Dikkatle
inceledi. Sonra da, "Hayır," dedi. "Bu koyun çok
zayıf, hasta gibi. Başka bir koyun çizin."
Başka bir koyun çizdim. Bu kez tatlı ve
hoşgörülü bir gülümsemeyle, "Siz de
görüyorsunuz ki," dedi. "Koyun değil bu, koç.
Boynuzları var baksanıza."
Bir koyun daha çizdim. O da ötekiler gibi
beğenilmedi. "Bu da çok yaşlı," dedi. "Uzun bir
süre yaşayacak bir koyun istiyorum ben"
Ama artık sabır filan kalmamıştı bende,
çünkü motoru bir an önce sökmek istiyordum.
Bu yüzden de aşağıdaki resmi çizip bir de
açıklama yaptım: "Bu senin koyununun kutusu.
Koyun kutunun içinde."
Genç eleştirmenimin yüzü aydınlanıverdi
birden. "Evet!" dedi. "Tam istediğim gibi oldu
işte. Sizce bu koyun çok ot ister mi?"
"Niye sordun?"
"Çünkü yaşadığım yerde her şey öyle küçük
ki..."
"Canım artık bir koyun için biraz ot bulunur
herhalde. Hem sana çizdiğim koyun çok küçük
zaten."
Resme bakarak boynunu büktü. "Bana pek
küçük gibi gelmedi. Hey! Bak sen şuna, uyudu."
İşte küçük prensle ilk tanışmam böyle oldu.
Nereden geldiğini
öğrenmek
oldukça
zamanımı aldı. Bana
bir sürü soru soruyor,
ama benim sorularımı
duymazlıktan
geliyordu hep. Artık,
rastlantıyla ağzından
çıkan sözleri bir araya
getirerek anlayabildim
ne anladıysam.
Örneğin uçağımı ilk kez gördüğünde
(uçağımı çizmemi istemeyin ne olur, çok karışık,
beceremem) Nedir bu?" diye sordu.
"Uçak.
Benim
uçağım."
Uçtuğumu
öğrenmesi beni çok gururlandıracaktı. "Ne?
Yoksa gökyüzünden mi indin?" diye bağırdı
birden. "Evet," dedim önemsemiyormuş gibi
başımı çevirerek.
"Ama bu çok hoş!" dedi küçük prens. Sonra
da kahkahalarla gülmeye başladı. Biraz rahatsız
etti beni bu. Doğrusu başıma gelen
talihsizliklerin ciddiye alınmasını isterim.
Gülmesini bitirip, "Demek sen de
gökyüzünden geliyorsun," dedi. "Hangi
gezegenden peki?" Birden karşımdaki küçük
yaratığın bir türlü anlam veremediğim varlığıyla
ilgili bir ışık belirdi kafamda. Olabilir miydi?
Duraksamadan sordum:
"Sen başka bir gezegenden mi geliyorsun?"
Yanıt vermedi. Uçağımdan gözlerini ayırmadan
başını salladı hafifçe. "Bununla pek de
uzaklardan gelmiş olamazsın zaten." dedi.
Bir süre uzun uzun düşündü. Sonra cebinden
çizdiğim koyunu çıkarıp hazinesini incelemeye
daldı.
Bu tam da açıklığa kavuşmamış olan "başka
gezegen" olayının nasıl kafama takıldığını
tahmin edersiniz. Bir şeyler daha öğrenebilmek
için çaba göstermeliydim.
"Bak canım, söyler misin, nereden geldin
sen? Şu 'yaşadığım yer' dediğin yer neresi?
Koyununu götüreceğin yer yani?"
Bir süre suskun suskun düşündükten sonra,
"Biliyor musun," dedi. "Koyunum bana verdiğin
bu kutuyu geceleri evi olarak kullanabilir."
"Evet. Ayrıca iyi çocuk olursan sana bir ip de
verebilirim, gündüzleri onu bağlaman için; ha
bir de kazık tabii."
Ama bu önerim küçük prenste şok etkisi
yaptı sanki.
"Bağlamak mı!" dedi. "O niye ki?"
"Bağlamazsan, çeker gider, kaybolur."
Küçük arkadaşım yine bir kahkaha attı. "Gider
mi? Nereye gidebilir ki?"
"Her yere. Burnunun doğrusuna çeker
gider."
"Ne fark eder ki?" dedi küçük prens. "Nasıl
olsa her şey küçücük benim yaşadığım yerde."
Sonra da ekledi; sesi biraz üzüntülü gibiydi:
"Burnunun doğrusuna gitse de kimse fazla
uzağa gidemez orada..."
Böylece
çok
önemli
bir
şey
öğrenmiştim: Küçük
prensin
geldiğini
söylediği gezegen olsa
olsa
bir
ev
büyüklüğündeydi!
Bu beni çok da
şaşırtmamıştı doğrusu.
Çünkü
bildiğimiz,
isimleri konulmuş Dünya, Jüpiter, Mars, Venüs
gezegenlerinin yanı sıra uzayda adı konmamış,
bazıları teleskopla bile güçlükle görülebilecek
kadar küçük yüzlerce gezegen olduğunu
biliyordum. Gökbilimcileri bunlardan birini ilk
kez görüp ortaya çıkardığında isim vermek
yerine yalnızca bir numara veriyorlar. Örneğin
"Asteroid 325" gibi.
Küçük prensin geldiği gezegenin B-612 diye
bilinen asteroid olduğu konusunda beni haklı
çıkaracak ciddi bir nedenim var.
Bu asteroidi ilk kez 1909 yılında bir Türk
gökbilimci teleskopla gözlem yaparken görmüş.
Bu buluşunu hemen Uluslararası Gökbilimi
Toplantısı'nda büyük bir heyecanla sunmuş, ama
adamcağız şalvar, cepken ve fes giyiyor diye
onun söylediklerine hiç kimse değer vermemiş.
Büyükler böyledir işte...
Bir süre sonra bir Türk lideri herkesin
Avrupalılar gibi giyinmesini zorunlu kılmış,
hatta
buna
uymayanları
ölümle
cezalandıracağını söylemiş de, 1920 yılında aynı
gökbilimci etkileyici ve şık bir giysiyle Asteroid
B-612'yi tanıtabilmiş. Bu kez herkes ilgiyle
izlemiş onun söylediklerini.
Şu anda size bu asteroidle ilgili bu kadar çok
şey
anlatabiliyor,
numarasını
filan
söyleyebiliyorsam bu hep büyükler sayesinde
oluyor. Büyükler sayılara bayılırlar. Yeni bir
arkadaş edindiniz diyelim: onun hakkında hiçbir
zaman asıl sormaları gerekenleri sormazlar. "Sesi
nasıl?" demezler örneğin, ya da. "Hangi oyunları
sever? Kelebek koleksiyonu var mı?" diye
sormazlar. Onun yerine. "Kaç yaşında?" derler.
"Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para
kazanıyor?"
Ancak
bu
sayılarla
tanıyabileceklerini sanırlar arkadaşınızı.
Eğer büyüklere, "Güzel bir ev gördüm,
kırmızı tuğlalı, pencerelerinden sardunyalar
sarkıyor, damında ise kumrular var," derseniz,
nasıl bir evden söz etmekte olduğunuzu bir türlü
anlayamazlar. Ne zaman ki onlara, "Yüz
milyonluk bir ev gördüm," dersiniz, işte o zaman
size, "Oo, ne kadar güzel bir evmiş!" derler
gözlerini koca koca açıp.
Aynı şekilde onlara, "Küçük prensin güler
yüzlülüğü, tatlılığı ve bir koyun istiyor olması,
onun var olduğunu gösterir. Birisi bir koyun
istiyorsa, bu onun varlığının kanıtıdır." derseniz
size inanmazlar, dalga geçerler. Ama onlara,
"Küçük prensin geldiği gezegenin adı Asteroid
B-612'dir," derseniz, işte o zaman size
inanıverirler ve sıkıcı sorular sormazlar.
Büyükler böyledir işte. Ama bunu onlara
anlatabilmek olanaksızdır. Çocuklar büyükler
karşısında her zaman sabırlı ve anlayışlı olmak
zorundalar.
Doğal olarak, yaşamı anlayan bizler için
sayıların hiç önemi yok. Bu öyküye tıpkı peri
masallarında olduğu gibi başlamış olmayı
isterdim. "Bir zamanlar kendisinden birazcık
daha büyük bir gezegende yaşayan küçük bir
prens varmış. Bu prens bir koyun istiyormuş..."
diyebilirdim örneğin.
Yaşamı anlayabilenler için eminim bu çok
daha gerçekçi bir hava verirdi öyküme. Hiç
kimsenin kitabımı özensizce okumasını istemem
doğrusu. Bu anılarımı yazarken çok üzüntülü
anlar yaşadım. Arkadaşım, koyunu ile birlikte
beni bırakıp gideli tam altı yıl oldu. Onu burada
anlatmaya çabalıyorsam, bu biraz da onu
unutmamak için. Arkadaşı unutmak çok üzücü
bir şey. Herkesin arkadaşı olmamıştır.
Arkadaşımı unutursam, kendimi o, sayılardan
başka bir şeye değer vermeyen büyükler gibi
hissederim sonra.
İşte yine bu amaçla bir kutu boya ve kalem
satın aldım kendime. Bu yaştan sonra resim
yapmaya kalkışmak benim için çetin işti
doğrusu. Hele altı yaşından beri tek yaptığım
resmin bir boa yılanının içten ve dıştan görünüşü
olduğu düşünülürse... Resimleri olabildiğince
gerçeğe uygun çizmeye çalışacağım tabii. Ama
başaracağımdan pek emin değilim açıkçası. Bir
resim fena olmuyor derken, bir ötekinin gerçekle
hiçbir ilgisi olmayıveriyor. Küçük prensin
boyunu çizerken de hata yaptığım oluyor; bir
yerde kısa, başka bir yerde uzun boylu
çiziyorum onu. Giysilerinin rengiyle ilgili
kuşkularım da var. İşte böyle doğrulu yanlışlı da
olsa herhalde üç aşağı beş yukarı gerçeği
hakkında bir fikir vermeyi başarıyorumdur.
Bazı çok önemli ayrıntılarda hata yaptığım
da oluyor. Ama işte bu benim suçum değil.
Arkadaşım hiçbir zaman bana tam bir açıklama
yapmadı ki. Benim de kendisi gibi olduğumu
düşündü belki, kim bilir? Ama, şimdi açık
konuşalım, ben kutuların içindeki koyunları
göremiyorum. Belki de büyükler gibiyim biraz.
Büyümek zorunda kaldığımdan olacak.
Her geçen gün,
konuşmalarımız
arasında küçük prensin
gezegeni ve oradan
ayrılışı ile ilgili bir
şeyler öğreniyordum.
Bu bilgileri çok yavaş
ve onun düşünce
sürecine bağlı olarak
söyledikleriyle
elde
ediyordum. O baobap ağaçlarıyla ilgili felaketi
de böyle rastlantıyla öğrendim.
Bunun için de bir kez daha o koyuna
teşekkür borçluyum. Çünkü küçük prens çok
ciddi bir endişeye kapılmış gibi birden,
"Koyunların küçük çalıları yediği doğru mu?"
diye sormuştu.
"Evet, yerler."
"Hah, neyse!"
Koyunların küçük çalıları yemesinin neden
bu kadar önemli olduğunu anlamamıştım. Ama
küçük prens, "Baobap ağacını da yerler
öyleyse," dedi.
Ona baobap ağacının küçük çalı olmadığını,
tam tersine kale gibi büyük olduğunu, bir fil
sürüsünün bile tek bir baobap ağacını yiyip
bitiremeyeceğini anlattım. Fil sürüsü fikri onu
çok güldürdü. "Onları üst üste koymak zorunda
kalırdık," dedi.
Ama sonra da çok akıllıca bir söz etti:
"O kadar büyümeden önce baobaplar da
küçük oluyorlar."
"Çok doğru, ama koyununun küçük baobap
ağaçlarını yemesini neden istiyorsun ki?"
"Bunda anlamayacak ne var?" diye yanıtladı
beni. Çok açık bir şeyden söz ediyordu sanki.
Kafamı zorlayıp anlamalıydım bunu, hem de
yardımsız.
Sonunda küçük prensin gezegeninde, öteki
gezegenlerde olduğu gibi, iyi ve kötü bitkilerin
var olduğunu öğrendim. İyi bitkilerin tohumları
daha iyi, kötü bitkilerin tohumlan daha kötü
oluyormuş. Ama bu tohumlar göze
görünmüyormuş.
Toprağın kuytularında gizlenmiş dururlarken
arada bir birkaçının uyanacağı tutarmış. Bu
tohum başlangıçta biraz çekingenlik gösterse de.
kendi halinde güneşe doğru uzamaya başlarmış.
Eğer bu bitki yalnızca bir turp ya da bir gül
goncası olsa büyümesinde hiçbir sakınca
yokmuş. Ama öyle kötü bitkilerdense hemen
ortadan kaldırılmalıymış.
Şu sıralarda küçük prensin gezegeninde çok
korkunç bir bitkinin tohumları sarmış ortalığı.
Baobap tohumlarıymış bunlar. Toprağın içi
bunlarla doluymuş. Fark etmekte biraz geciktiniz
mi, iş işten geçer, bir daha onlardan kurtuluş
olmazmış. Bütün gezegeni sararlar, kökleriyle de
içerden sıkıca kavrarlarmış. Eğer bir de gezegen
küçücük, baobaplar da çok sayıdaysa işte o
zaman ufalanıverirmiş gezegencik...
Sonraları küçük prens bu konuyu, "Bu bir
çeşit disiplin," diye açıklamıştı. "Sabah
uyandığınızda
nasıl
yüzünüzü
yıkayıp
temizliğinizi yapıyorsanız, gezegene de aynı
şeyleri yapmalısınız; hem de daha büyük bir
özenle. Bütün baobapları hemen sökmelisiniz.
yoksa bir süre sonra iyice gül fidelerine
benzerler. İşte o zaman hangisinin gül
hangisinin baobap olduğunu anlamak da
güçleşir. Sıkıcı bir iş bu, ama çok kolay."
Bir gün de, "Güzel bir resmini yapmalısın
bunun." dedi. "Böylece sizin oralardaki çocuklar
da nasıl bir şey olduğunu görsünler. Kim bilir
belki bir gün yolları düşerse, onlara yararı olur
bu bilginin. Ufak bir işi ertesi güne
bırakıvermenin pek sakıncası olmaz çoğu kez,"
diye ekledi. "Ama baobaplar ertelenirse felaket!
Tembel birisinin yaşadığı bir gezegen biliyorum.
Adamcağız yalnızca üç küçük fideyi sökmeye
üşendiydi de..."
İşte küçük prensin sözünü ettiği bu
gezegenin resmini yapmaya çalıştım. Ben öyle
öğütler vermeyi seven biri değilim, ama bu
baobap konusu ne kadar az biliniyor ve özellikle
bir asteroidde yapayalnız kalan biri için öyle
tehlikeli bir bela ki, bu seferlik kuralımı
bozuyorum ve, "Aman çocuklar." diyorum,
"baobaplara dikkat!"
Arkadaşlarım da, ben de. hiç farkında
olmadan bu tehlikenin yakınından geçmişiz. Bu
resimle uzun uzun uğraşmam biraz da onlar için.
Böyle önemli bir uyarıyı yapmamı sağladığı için
harcadığım emeğe değdiğini düşünüyorum.
Belki şimdi. "Bu kitapta niçin bu baobap
resimleri kadar etkileyici ve nefis başka resimler
yok?" diye soracaksınız. Yok, çünkü çok
uğraştım, ama öteki resimlerde bu kadar başarılı
olamadım. Baobapları yaparken konunun
önemine o kadar kaptırmıştım ki kendimi, iyi bir
iş çıktı sonunda.
Ah, küçük prens!
Her an biraz daha
anlıyorum o kısa ve
hüzünlü
geçmişinin
gizlerini... Epeydir tek
eğlencen oturup gün
batımını izlemek olmuş
demek. Bunu daha
dördüncü
günün
sabahında,
"Günbatımını izlemeye bayılırım. Haydi,
günbatımını izlemeye gidelim," dediğinde
anladım.
"Ama bunun için beklememiz gerekir,"
dedim.
"Beklemek mi? Neyi?"
"Günbatımını. Daha erken."
Önce çok şaşırmış gözüktün. Sonra da bastın
kahkahayı. "Yine kendi gezegenimde sandım
kendimi!" dedin.
Herkes bilir ki, Amerika'da öğle olduğunda
güneş Fransa'da batıyordur artık. Fransa'ya bir
dakikada uçulabilseydi, öğle saatinde akşamı
yakalayabilirdi insan. Ama ne yazık ki. Fransa
böyle bir iş için oldukça uzak. Oysa senin
gezegeninde sevgili küçük prensim, yapacağın
tek şey iskemleni biraz kaydırmak. Böylece
dilediğinde günün bitimini, karanlığın çöküşünü
izleyebilirsin...
"Bir gün," demiştin bana, "günbatımını tam
kırk dört kez izledim!"
Sonra da, "Biliyor musun," diye ekledin.
"İnsan günbatımını çok üzgün olduğunda
seviyor."
"O sırada çok üzgün muydun?" diye
sorduydum. Hani şu kırk dört günbatımı
izlediğinde?"
Ama küçük prens hiçbir şey söylemedi bu
soruma karşılık.
Beşinci gün yine o
koyun
sayesinde
küçük prensin gizini
öğreniverdim. Durup
dururken
sormuştu;
sanki uzun uzun
düşünerek
çözüm
aradığı bir sorununu
dile getiriyordu.
"Koyun... Koyun
çalıları yiyorsa çiçekleri de yer, değil mi?"
"Koyunlar bulabildikleri her şeyi yerler."
"Dikenli çiçekleri de mi?"
"Evet dikenli çiçekleri de."
"Öyleyse dikenler... Ne işe yararlar ki?.."
Bilmiyordum. O anda motorun sıkışmış bir
cıvatasını gevşetmeye çalışıyordum. Endişem
artıyordu, çünkü giderek uçağımdaki arızanın
son derece ciddi olduğunu fark ediyordum. İçme
suyum da çok azaldığından endişemde
haklıydım.
"Dikenler ne işe yarar?"
Küçük prensin aklı bir şeye takıldı mı asla
peşini
bırakmıyordu.
Benimse
aklım
cıvatadaydı. Aklıma ilk geleni söyleyiverdim:
"Dikenler hiçbir işe yaramaz. Çiçekler
kindarlıklarından dolayı dikenlidirler..."
"Ya!"
Bir anlık bir sessizlik oldu. Sonra küçük
prens birden parlayıverdi. Gücenik bir sesle:
"Hayır! Sana inanmıyorum. Çiçekler narin
yaratıklardır. Çok masumdurlar. Kendilerini
güvencede hissetmek isterler. Dikenlerinin
korkunç silahlar olduğuna inanırlar..."
Bir şey söylemedim. O anda aklımda tek bir
şey vardı. "Eğer bu cıvata hâlâ gevşemeyecekse
çekiçle vurup kopartacağım," diyordum
içimden. Küçük prens düşüncelerimi dağıttı
yine:
"Demek sen sanıyorsun ki çiçekler..."
"Hayır! Hayır!" diye bağırdım. "Hayır, hiçbir
şey sanmıyorum ben. Aklıma ilk geleni
söylemiştim yalnızca. Görüyorsun ki çok önemli
işlerim var benim!"
"Önemli işler mi?"
Bana bakıyordu. Elimde çekiç, parmaklarım
yağdan simsiyah olmuş, ona çok çirkin gözüken
bir nesnenin üzerine eğilmiş olan bana...
"Tıpkı büyükler gibi konuşuyorsun!"
Biraz utandım ama o acımasızca sürdürdü:
Her
şeyi
birbirine
karıştırıyorsun,
karmakarışık ediyorsun..."
Gerçekten çok kızmıştı. Altın renkli saçları
rüzgârda dalgalanıyordu.
"Gezegenlerden birinde yaşayan kırmızı
yüzlü bir adam tanıyorum. Tek bir çiçek
koklamamış, tek bir kez bir yıldıza bakmamış,
kimseyi sevmemiş. Yaşamı boyunca tek yaptığı
şey bir takım sayıları toplamak. O da bütün gün
kendi kendine aynı şeyi söylüyor, senin gibi:
'Çok önemli işlerim var benim!' Bunları
söylerken gururla kabarıyor göğsü. Ama o bir
insan değil ki, mantar!"
"Ne?"
"Mantar!"
Küçük prens şimdi öfkeden bembeyazdı.
"Çiçeklerin milyonlarca yıldır dikenleri var.
Milyonlarca yıldır koyunlar dikenli çiçekleri de
yiyorlar. Peki bu çiçeklerin hâla dikenleri olsun
diye çabalamalarının nedenini anlamaya
çalışmak önemli işlerden sayılmıyor. Koyunlarla
çiçekler arasındaki bu savaş kırmızı yüzlü
adamın topladığı rakamlardan daha mı önemsiz?
Hele benim gezegenimde, yalnız benimkinde
yaşayabilen bir çiçeğimin olduğunu, bunu
koyunun bir ısırışta yok edebileceğini düşün. Bu
çok mu önemsiz?"
Şimdi de yüzü al aldı.
"İnsan bir çiçeği severse, milyonlarca ve
milyonlarca yıldızda yalnız tek bir çiçek açarsa,
işte o yıldızlara bakarak mutlu olur. Kendi
kendine şöyle der: 'İşte orada, o yıldızlardan
birinde benim çiçeğim.' Ama koyun çiçeği yedi
miydi bütün yıldızlar kararıverir... Bu da hiç
önemli değil, öyle mi?"
Sözleri hıçkırıklara boğuldu.
Gece olmuştu. Aletlerimi olduğu yere
bıraktım. Şu anda çekicin, cıvatanın,
susuzluğumun ne önemi vardı? Yıldızlardan,
gezegenlerden birinde, benim gezegenim
Dünya'da bir küçük prens vardı avutulacak.
Kollarıma aldım onu ve başını okşadım.
"Sevgili çiçeğin tehlikede değil, üzülme,"
dedim ona. "Koyununun ağzına kapamak için
bir ağızlık çizerim sana, ya da istersen çiçeğin
çevresine bir parmaklık çizerim..."
Ne söyleyeceğimi bilemiyordum aslında.
Kendimi toy bir budala gibi hissediyordum. Ona
nasıl ulaşabileceğimi, yine eskisi gibi yan yana
olmayı nasıl başarabileceğimi bilemiyordum.
Çok gizemli bir ülke şu gözyaşları ülkesi.
Çok geçmeden şu
çiçek hakkında daha
çok bilgi edindim.
Küçük
prensin
gezegeninde çiçekler
her
zaman
çok
sadeydi. Tek sıralı taç
yaprakları vardı, fazla
yer kaplamıyorlar ve
kimseye de sorun
olmuyorlardı. Bir sabah otların arasında
beliriverirler, geceleyin de sessizce solup
giderlerdi. Ama bir gün kimsenin bilmediği bir
yerlerden bir tohum uçup gelmiş ve küçük prens
gezegeninde eşi benzeri bulunmayan bu çiçeği
dikkatle izlemişti. Öyle ya, yeni bir tür baobap
da olabilirdi bu.
Bir süre sonra fidenin büyümesi durmuş,
çiçek vermeye hazırlanmıştı. Kocaman
tomurcuk kendini gösterdiğinde orada bulunan
küçük prens büyük bir merakla ortaya çok ilginç
bir şeylerin çıkmasını beklemişti. Ama çiçek
yeşil örtüsünün altındaki hazırlığının yeterli
olduğunu sanmıyordu henüz. Renklerini büyük
özenle seçiyor, kendini ağır ağır süslüyor, taç
yapraklarını tek tek sıralıyordu. Gelincikler gibi
buruşuk buruşuk çıkmak istemiyordu ortaya.
Güzelliğinin en pırıltılı anında kendini
göstermeye karar verdi. Aman! O ne cilveler, o
ne pozlar! Günlerce sürmüştü o gizemli
süslenmeler.
Ve bir sabah tam gün doğarken ortaya
çıkıverdi.
Uzun uzun kendine çeki düzen vermeye
çalıştıktan sonra esnedi ve. "Oh! Çok ender
olarak uyanık kalırım" dedi. "Lütfen taç
yapraklarımın düzensiz olmasından dolayı
kınamayın beni..."
Küçük prens hayranlığını gizleyemeyip, "Ne
kadar güzelsin!" dedi.
Çiçek, "Evet biliyorum," dedi, "Üstelik
güneşle birlikte doğdum..." Küçük prens onun
pek de alçakgönüllü sayılamayacağını tahmin
edebiliyordu tabii, ama olsun; yine de çok
etkileyiciydi.
Biraz sonra çiçek. "Sanırım kahvaltı zamanı,"
dedi. "Lütfen benim gereksinimlerimle
ilgilenmek nezaketini gösterir miydin?"
Küçük prens utanarak biraz su alıp geldi ve
çiçeği suladı.
Çiçek
çok
geçmeden
kendini
beğenmişliğiyle küçük prensi canından
bezdirmeye koyuldu. Doğrusunu söylemek
gerekirse hiç de kolay olmuyordu buna
katlanmak. Örneğin bir gün üzerindeki dört
dikeninden söz ederken küçük prense, "Sıkıysa
kaplanlar pençelerini bir uzatsınlar!" demişti.
"Gezegenimde kaplan yok." demişti küçük
prens ona. "Hem kaplanlar ot yemezler."
"Ben ot değilim," olmuştu çiçeğin tatlı bir
sesle verdiği yanıt.
"Özür dilerim..."
"Kaplanlardan
korkmam
ben.
Sert
rüzgârlardan korkarım. Beni rüzgârlardan
koruyacak bir siperlik bulamaz mısın?"
"Sert rüzgârlar... Bu bir çiçeğin en korkulu
rüyası olmalı," demişti küçük prens. Sonra da
içinden, "Bu çiçek çok anlaşılması güç bir
yaratık," diye mırıldanmıştı.
"Geceleri beni cam bir fanusla örtmeni
istiyorum. Burası çok soğuk. Benim geldiğim
yerde..."
Tam o anda susmuştu. Bir tohum olarak
gelmişti oraya. Öteki dünyalar hakkında bilgisi
olamazdı Böyle gerçek olmayan bir şeyi
söylemek üzereyken yakalanmış olmasından
dolayı utanarak iki üç kez öksürmüş, küçük
prensin ilgisini dağıtmaya çalışmıştı.
"Siperlik hani?"
"Seni dinlemek için durdum. Şimdi gidip
bulacaktım..."
Çiçek küçük prensin vicdan azabı çekmesi
için biraz daha öksürmüştü sonra.
Böylece küçük prens tüm sevgisine, iyi
niyetine karşın bir süre sonra çiçeğinden şüphe
etmeye başlamıştı. Önemsiz sözleri çok fazla
ciddiye almış, sonuçta da mutsuz olmuştu.
"Onu dinlememeliydim," dedi bir gün bana.
"İnsan hiçbir zaman çiçeğini dinlememeli. Ona
bakmalı ve güzel kokusunu içine çekmeli
yalnızca. Çiçeğimin kokusu bütün gezegene
yetiyordu. Ama ben ona hak ettiği inceliği
gösteremedim. Şu kaplanların pençeleriyle ilgili
sözleri
yalnızca
acıma
duygularıyla
doldurmalıydı yüreğimi."
Küçük prens, "Gerçek şu ki," diye sürdürdü
sözlerini, "bir şeyi anlamaya çalışırken neyi
dikkate almam gerektiğini bilmiyordum. Sözlere
değil,
yapılanlara
bakmalıydım.
Güzel
kokularıyla beni öyle büyülemişti ki... Ondan
uzaklaşmamalıydım... Onun bana yaptığı o
küçük numaraların arkasında yatan sevgiyi
anlamalıydım. Çiçekler çok tutarsız oluyorlar.
Ama onu nasıl sevmem gerektiğini bilemeyecek
kadar küçüktüm..."
Sanıyorum küçük
prens gezegeninden
ayrılırken, göç etmekte
olan bir yabani kuş
sürüsünden
yararlanmıştı. O sabah
gezegenini
derleyip
toparlamıştı.
Etkin
volkanları temizlemişti
önce. İki taneydiler ve
sabahları kahvaltı hazırlarken ocak olarak çok
işe yarıyorlardı. Bir tane de sönmüş volkanı
vardı küçük prensin. Ama, "Hiç belli olmaz!"
diyordu. Bu nedenle onu da temiz tutuyordu.
Temiz tutulduğunda volkanlar ağır ağır ve
düzgün yanıyorlardı. Öyle patlamaya filan gerek
duymadan. Volkanik patlamalar tıpkı evlerin
tutuşan bacalarına benzerdi.
Dünya'daki volkanlar bizim için çok fazla
büyük; bu nedenle de temizleyemiyoruz ve ikide
bir başımıza olmadık işler açıyorlar.
Küçük prens ayrıca son iki baobap
sürgününü de sökmuştu içi sıkılarak. Bir daha
dönmek istemeyebileceğini düşünüyordu. Ama
o sabah her zaman yaptığı işler çok önemliydi
onun için. Hele çiçeğini son kez sulayıp cam
fanustan koruyucusunu üzerine geçirirken
neredeyse ağlayacaktı.
"Elveda," dedi çiçeğine. Çiçekten bir karşılık
gelmedi. "Elveda," dedi bir kez daha. Çiçek
öksürdü, ama soğuk aldığından değildi öksürük.
"Saçmaladım," dedi sonunda küçük prense.
"Bağışla beni, mutlu olmaya çalış..."
Küçük prens çiçeğinin ona sitem etmemesine
şaşırmış, elinde cam fanusla kalakalmıştı. Bu
sessiz tatlılığı anlayamıyordu.
"Tabii, seni çok seviyorum." diye konuştu
çiçek. "Bunu şimdiye dek sana belirtmemiş
olmam benim hatam. Aslında bu da önemli
değil. Ama sen... Sen de benim kadar aptalca
davrandın. Mutlu olmaya çalış... Fanusu da
istemem."
"Ama rüzgâr..."
"Soğuk algınlığım o kadar kötü değil.
Gecenin serinliği iyi gelir bana. Çiçeğim ben."
"Ya hayvanlar?.."
"Kelebeklerle tanışmak istiyorsam, bir iki
tırtıla katlanmayı öğrenmek zorundayım. Çok
güzel olmalılar. Kelebekler de, yani tırtıllar da
olmazsa kimle dostluk edeceğim ki?... Sen
uzaklarda olacaksın... Büyük hayvanlara
gelince... Onlardan korkmuyorum. Pençelerim
var benim."
Bunları söyledikten sonra küçük prense dört
tanecik dikenini gösterdi. Sonra da, "Haydi
sallanma. Gitmeye karar vermiştin. Git!" dedi.
Çok gururluydu. Ağladığını görmesini
istemiyordu küçük prensin...
Küçük prens 325,
326, 327. 328. 329 ve
330
numaralı
asteroidlerin
yakınlarında bulmuştu
kendini.
Bilgisini
artırmak
amacıyla
hepsini
tek
tek
dolaşmaya başladı.
İlkinde bir kral
yaşıyordu. Kraliyet morundan kürklü kaftanıyla
hem çok sade. hem de çok muhteşem görünen
bir tahta kurulmuştu.
"İşte bir kul!" diye bağırdı küçük prensin
geldiğini görünce.
Küçük prens, "Beni daha önce hiç görmediği
halde tanıyabiliyor?" diye sordu kendi kendine.
Krallar için her şeyin ne kadar basit
olduğunu bilmiyordu. Onlara göre bütün
insanlar kuldu.
Yaklaş, seni daha iyi göreyim," dedi kral.
Sonunda birisine krallık edeceği için
gururlanıyordu.
Küçük prens oturacak bir yer bulmak için
çevresine bakındı. Ama bütün gezegen kralın
muhteşem kürküyle kaplıydı. Bu yüzden ayakta
bekledi; yorulduğu için de esnedi.
"Kral huzurunda esnemek son derece
yakışıksız bir şeydir," dedi kral. "Bunu hemen
yasaklıyorum."
"Elimde değil ki. Kendimi tutamıyorum."
dedi küçük prens. Çok utanmıştı. "Uzun yoldan
geliyorum ve hiç uyumadım..."
"Peki öyleyse," dedi kral, "esnemeni
emrediyorum.
Yıllardır
esneyen
birini
görmedim. Esnemek bir merak konusu benim
için. Haydi şimdi! Esne! Bu bir emirdir."
Küçük prens, "Korkarım, bir daha
esneyemem..." diye mırıldandı. Utancından
kıpkırmızıydı şimdi.
Kral, "Hımmm..." diye başını salladı. "O
halde sana emrediyorum, bazen esneyeceksin,
bazen de... Bazen de..."
Bir iki kekeledi. Kafası karışmış gibiydi.
Çünkü gerçekte kralın derdi her ne biçimde
olursa olsun krallığına saygı gösterilmesiydi. Dik
başlılığa hiç gelemezdi. En büyük otorite oydu.
Ama çok iyi bir insan olduğu için mantıklı
emirler veriyordu.
"Bir generalime, eğer martıya dönüşmesini
emredersem ve general de bu emrime uymazsa
bu generalin değil benim hatamdır," diyordu.
Küçük prens çekingen bir sesle, "Oturabilir
miyim?" diye sordu.
"Oturmanı emrediyorum," dedi kral ve
heybetli hareketlerle kaftanının ucunu çekti.
Küçük prensin aklına bir şey takılmıştı. Çok
küçük bir gezegendi bu. Kral kime krallık
ediyordu ki?
"Efendim," dedi, "umarım size bir soru
soracağım için beni bağışlarsınız..."
Kral, "Soru sormanı emrediyorum," diyerek
rahatlattı onu.
"Efendim, siz kimin kralısınız?"
"Her şeyin," dedi kral şaşılacak derecede
içtenlikle.
"Her şeyin mi?"
Kral eliyle kendi gezegenini, ötekileri ve
bütün yıldızları gösterdi.
"Hepsinin mi!" diye sordu küçük prens.
Kral, "Hepsinin," diye yanıtladı.
Egemenliği yalnızca mutlak değil, aynı
zamanda evrenseldi de.
"Yıldızlar da emirlerinize uyuyorlar mı?"
"Tabii ki," dedi kral, "hiç aksatmadan hem
de. Baş kaldırmalarına asla izin vermem."
Bu küçük prens için inanılmaz bir şeydi.
Böyle bir güç onda olsaydı iskemlesini yerinden
bile oynatmadan günbatımını günde yalnız kırk
dört kez değil, yetmiş iki kez, yüz kez, hatta iki
yüz kez izleyebilirdi.
Geride bıraktığı küçük gezegenini hatırlamak
onu biraz üzmüştü. Kraldan bir dilekte
bulunmak için bütün cesaretini topladı.
"Bir günbatımı görmeliyim... Lütfen benim
için güneşe batmasını emreder misiniz?"
"Generalime bir kelebek gibi çiçekten çiçeğe
uçmasını emredersem, ya da trajik bir piyes
yazmasını istersem, ya da bir martı olmasını
emredersem ve general de bu emrimi yerine
getirmezse kim suçludur?" diye küçük prense
sordu kral. "General mi, yoksa ben mi?"
"Siz," dedi küçük prens yüksek sesle.
"Doğru," dedi kral. "İnsan herkesten
verebileceklerini istemeli. Bir otoritenin kabul
görmesi mantıklı olmasına bağlıdır. Eğer
halkınıza gidip kendilerini denize atmalarını
emrederseniz size isyan ediverirler. Bana
gelince... Emirlerime uyulmasını istemek benim
hakkım. Çünkü ben mantıklı emirler veriyorum."
"Peki benim günbatımı?" diye hatırlattı
küçük prens. Sorduğu bir soruyu asla
unutmazdı.
"İstediğin günbatımı olsun. Gereken emri
vereceğim. Ama benim yönetim ilkelerime göre,
uygun koşulların oluşması için daha
beklemeliyim."
"Bu ne zaman olur?"
"Hımmm, hımmm..." diyerek kral kalın ciltli
bir kitaba baktı. "Evet, akşamleyin tam sekize
yirmi kala. Emirlerime nasıl uyulduğunu o
zaman göreceksin."
Küçük prens esnedi. Günbatımı şimdilik
suya düşmüştü. Ayrıca sıkılmaya da başlamıştı
biraz.
"Burada yapacak bir şeyim kalmadı," dedi.
"Yola koyulmalıyım artık."
"Gitme," dedi kral. Birine krallık yapmaktan
dolayı mutlu olmuştu. "Gitme, seni bakan
yapacağım!"
"Ne bakanı?"
"Şey... Adalet bakanı!"
"Ama burada yargılanacak hiç kimse yok
ki!"
"Bundan emin olamayız," dedi kral.
"Krallığımın her yanını dolaşmadım henüz. Çok
yaşlıyım. Araba için burası çok küçük. Yürümek
de beni yoruyor."
"Ben çoktan baktım bile!" dedi küçük prens.
Bir kez daha gezegenin arka yüzüne bakıp geldi.
Hiç kimse yoktu gerçekten...
"O halde kendini yargılayacaksın," dedi kral.
"En zoru da budur. Kendini yargılamak
başkasını yargılamaya benzemez. Eğer kendini
yargılamayı başarabilirsen, o zaman gerçek
bilgeliğe ulaşmışsın demektir."
"Evet," dedi küçük prens, "ama kendimi her
yerde yargılayabilirim. Bunun için bu gezegende
kalmama gerek yok ki."
"Hımm," dedi kral. "Gezegenimin bir
yerlerinde yaşlı bir farenin var olduğu
konusunda kuşkularım var. Geceleri sesini
duyuyorum. Onu yargılayabilirsin. Zaman
zaman ona ölüm cezası verirsin. Böylece
yaşaması sana bağlı olur. Ama onu hep
bağışlarsın. Tutumlu davranmalıyız, çünkü
elimizde başkası yok."
"Ben kimseye ölüm cezası vermek
istemiyorum," dedi küçük prens. "Hem sanırım
artık gitme zamanım geldi."
"Hayır," dedi kral. Gitmeye kararlı olan
küçük prens yaşlı kralı üzmek istemiyordu.
"Yüce kralım eğer emirlerine aynen
uyulmasını istiyorlarsa," dedi, "bana akla uygun
bir emir vermeliler. Örneğin bir dakika içinde
burayı terk etmemi emretmeliler. Çünkü sanırım
koşullar bunun için uygundur."
Kral bir şey söylemedi. Küçük prens bir an
duraksadı. Sonra yerinden kalktı.
"Seni büyükelçi yapacağım," dedi kral
arkasından çabucak. Bakışlarında otoriter bir
hava vardı bunları söylerken.
"Şu büyükler çok tuhaf," dedi küçük prens
ve yola koyuldu.
İkinci gezegende
kendini beğenmiş bir
adam yaşıyordu. "Ah
işte, bir hayranım
geliyor!" diye sevinçle
haykırdı küçük prensi
görünce.
Kendini beğenmiş bir insan herkesin
kendisine hayran olduğunu düşünür çünkü.
"Günaydın," dedi ona küçük prens.
"Şapkanız ne ilginç öyle."
"Halkı selamlamak için uygun bir şapka,"
dedi adam. "Hayranlarım beni alkışlarken
çıkarıp onları selamlayacağım şapkamla. Ama
ne yazık ki, hiç kimse geçmiyor buralardan."
"Alkışlamak mı?" diye sordu küçük prens.
Adamın söylediklerini anlamamıştı, "iki elini
birbirine vuracaksın," diye açıkladı adam.
Küçük prens ellerini birbirine vurdu. Adam
şapkasını çıkarıp onu alçakgönüllü bir tavırla
selamladı. "Kraldan daha eğlenceli," diye
düşündü küçük prens. Ellerini yine birbirine
vurmaya başladı. Kendini beğenmiş adam da
yine şapkasıyla selamladı onu.
Beş dakika sonra küçük prens bu tekdüze
hareketten sıkılmıştı.
"Şapkanız aşağı indirmeniz için ne
yapmalıyım?" diye sordu.
Ama kendini beğenmiş adam onu
duymamıştı. Kendini beğenmiş adamlar övgü
sözleri dışında bir şey duymazlar çünkü.
"Bana gerçekten çok hayranlık duyuyor
musun?" diye adam küçük prense sordu.
"Hayranlık nedir?"
"Hayranlık demek, beni bu gezegendeki en
yakışıklı, en iyi giyinen, en zengin ve en akıllı
kişi olarak görmek demektir."
"Ama bu gezegende sizden başka kimse yok
ki!"
"Hiç fark etmez. Sen yine de hatırım için
bana aynı şekilde hayranlık duyabilirsin."
"Size hayranlık duyuyorum," dedi küçük
prens omuzlarını silkerek, "Fakat bu sizin için
niye bu kadar önemli?"
Küçük prens bunları söyleyip uzaklaştı.
"Büyükler gerçekten çok tuhaf," diyerek
yolculuğunu sürdürdü.
Sonraki gezegende
bir ayyaş yaşıyordu.
Küçük prens orada çok
az kaldı, ama yüreği
sıkıntıyla
doluydu
ayrılırken.
Bir sürü boş ve
dolu
şişenin
bulunduğu bir masada
oturmakta olan ayyaşa,
"Ne yapıyorsunuz burada?" diye sormuştu.
"İçiyorum," demişti ayyaş asık bir suratla.
"Niye içiyorsunuz?" diye küçük prens yine
sormuştu,
"Unutmak için," diye yanıtlamıştı ayyaş.
Küçük prens adamın haline üzülerek, "Neyi
unutmak için?" diye sormuştu bu kez de.
"Utancımı," demişti adam başını sallayarak.
"Niçin utanıyorsunuz ki?" diye sormuştu
küçük prens. Ona yardım etmek istiyordu.
"İçtiğim için!" demişti adam. Sonra da yine
eski sessizliğine gömülüvermişti.
Küçük prens kafası karışmış olarak
uzaklaşmıştı oradan.
"Büyükler gerçekten çok tuhaf," diye
söyleniyordu giderken.
Dördüncü
gezegenin sahibi bir
işadamıydı. O kadar
meşguldü ki küçük
prensin
geldiğini
görmemişti bile.
"Günaydın," dedi küçük prens ona.
"Sigaranız sönmüş."
"Üç iki daha beş eder. Beş yedi daha on iki;
on iki üç daha on beş; on beş yedi daha yirmi
iki; yirmi iki altı daha yirmi sekiz... Sigaramı
yeniden yakacak zamanım yok. Yirmi altı beş
daha otuz bir... Vay canına! Böylece beş yüz bir
milyon altı yüz yirmi iki bin yedi yüz otuz bir
etti.
"Beş yüz milyon ne?" diye sordu küçük
prens.
"Ha? Sen hâlâ burada mıydın? Beş yüz bir
milyon. Duramam. Yapacak çok işim var, çok.
Önemli işlerim var benim. Boş sözlerle zaman
öldüremem. İki beş daha yedi..."
"Beş yüz bir milyon ne?" diye sordu küçük
prens yine. Yanıtını almadan sorusundan asla
vazgeçmezdi.
İşadamı başını kaldırdı.
"Bu gezegende yaşamaya başladığımdan bu
yana geçen elli dört yıl içinde yalnızca üç kez
çalışmam bölündü. İlki yirmi iki yıl önceydi.
Nerelen geldiğini bilmediğim sersem bir kaz
konuvermişti karşıma. Çıkardığı korkunç sesler
her yerden yankılanıyordu. Toplamada tam dört
yanlış yaptırdı bana. İkincisi, on bir yıl önceydi.
Romatizmam
tutuverdi.
Pek
jimnastik
yapamıyorum. Boş gezecek zamanım yok.
Üçüncüsü, işte o da şimdi! Ne diyordum? Beş
yüz bir milyon..."
"Milyon ne?"
İşadamı birden bu soruyu yanıtlamadan rahat
bırakılmayacağını anlamıştı.
"Şu küçük şeylerden," dedi. "Hani
gökyüzünde görürüz ya arada bir."
"Sinekler mi?"
"Yo, hayır. Parıldayan küçük şeyler."
"Arılar?"
"Hayır hayır, tembellere hayal kurduran
küçük altın şeyler. Bense boş hayallerle zaman
öldüremem, önemli işlerim var benim."
"Ha, anladım yıldızlar."
"Evet, yıldızlar."
"Eee? Beş yüz milyon yıldıza ne olmuş
peki?"
"Beş yüz bir milyon altı yüz yirmi iki bin
yedi yüz otuz bir. Önemli bir iş yapıyorum
burada. Sayılar şaşmamalı."
"Ne olmuş bu kadar yıldıza peki?"
"Ne mi olmuş?"
"Evet."
"Hiçbir şey olmamış. Benim onlar, hepsi bu."
"Yıldızlar sizin mi?"
"Evet."
"Ama daha önce gördüğüm kral..."
"Krallar yönetirler, sahip olmazlar. İkisi çok
farklıdır."
"Yıldızlara sahip olmanın size ne yararı var
ki?"
"Ne yararı mı var? Zengin oluyorum
böylece."
"Zengin olmanın ne yararı var peki?"
"Zengin olunca yeni yıldızlar satın alabilirim.
Yenileri bulunursa tabii..."
Küçük prens kendi kendine, "Bu adamın
düşünceleri o ayyaş adamınkileri andırıyor
biraz," diye söylendi.
Ama yine de aklına takılanları sormadan
edemedi.
"İnsan nasıl olur da yıldızlara sahip
çıkabilir?"
"Peki sence kimin yıldızlar?"
"Bilmem. Hiç kimsenin."
"Gördün mü işte, benim, çünkü bunu ilk ben
akıl ettim."
"Bu yeterli mi?"
"Tabii, örneğin sahipsiz bir elmas buldun
diyelim, o senindir. Sahipsiz bir ada keşfettin,
senindir. Aklına daha önce kimsenin aklına
gelmeyen bir fikir geldi, hemen patentini alırsın,
senin olur. İşte tıpkı bunun gibi, yıldızların
sahibi de benim; çünkü onlara sahip çıkmayı ilk
ben akıl ettim."
"Evet, doğru," dedi küçük prens. "Peki ne
yapıyorsunuz onlarla?"
"Deftere
işliyorum,"
dedi
işadamı.
"Sayıyorum. Sonra yine sayıyorum. Çok zor iş.
Ama ben tam böyle önemli işler için yaratılmış
bir insanım."
Küçük prens hâlâ tam tatmin olmamıştı bu
sözlerden.
"Bir ipek atkım olsa," dedi, "boynuma sarıp
götürebilirim. Bir çiçeğim olsa, koparıp onu da
götürebilirim. Ama yıldızları gökyüzünden
koparıp alamazsınız ki..."
"Evet, ama bankaya yatırabilirim."
"O da ne demek?"
"Yani yıldızlarımın sayısını bir kâğıda yazar,
bu kağıdı da bir çekmeceye koyup kilitlerim."
"Hepsi bu mu?"
"Bu yeter," dedi işadamı.
"Çok eğlenceli," diye düşündü küçük prens.
"Pek şiirsel, ama çok önemsenecek bir iş değil
gibi." Önemli işler konusunda küçük prens
büyüklerinkinden farklı düşüncelere sahipti.
"Benim bir çiçeğim var," dedi işadamına.
"Her gün suyunu veriyorum. Her hafta
temizlediğim üç volkanım var. Sönmüş olan
volkanımı da temizliyorum ben, ne olur ne
olmaz diye. Onların sahibi olmam çiçeğimin de,
volkanlarımın da biraz işine geliyor. Ama siz
yıldızların hiçbir işine yaramıyorsunuz ki..."
İşadamı ağzını açtı, ama söyleyecek bir şeyi
yoktu. Küçük prens oradan uzaklaştı.
"Şu büyüklerin tümü de çok garip," diye
söylenerek yine yola koyuldu.
Beşinci gezegen
çok
ilginçti.
En
küçükleriydi. Üzerinde
bir sokak feneri vardı
ve bu feneri yakan
adamın sığacağı kadar
yer vardı. Küçük prens
uzayın bir köşesinde,
üzerinde hiçbir insanın
ve evin bulunmadığı
bir gezegende fener ve fenercinin ne işe
yarayabileceğini kestiremedi. Ama yine de kendi
kendine, "Belki de kaçığın biridir," diye
düşündü. "Ama o kral kadar, kendini beğenmiş
adam kadar, ayyaş adamla işadamı kadar kaçık
değil. Feneri yaktığı zaman bir yıldız ya da bir
çiçek daha kazandırmış oluyor bize. Fenerini
söndürdüğü zaman da çiçeği ya da yıldızı
uykuya göndermiş oluyor. Bu çok güzel bir
uğraş. Ve güzel olduğu için de yararlı."
Gezegene vardığında fenerciyi selamladı.
"Günaydın. Fenerinizi niçin söndürdünüz?"
"Emir böyle," dedi fenerci. "Günaydın."
"Emir mi? Ne emri?"
"Fenerimi söndürmem gerektiğini belirten
emir. İyi akşamlar."
Yine feneri yaktı.
"Ama niye yine yaktınız?"
"Emir böyle," dedi fenerci yine.
"Anlamıyorum," dedi küçük prens.
Fenerci, "Anlayacak bir şey yok," dedi.
"Emir emirdir. Günaydın." Ve feneri söndürdü.
Sonra da üzerinde kırmızı küçük kareler bulunan
bir mendille alnında biriken terleri sildi.
"Berbat bir meslek bu. Eskiden bir anlamı
vardı.
Sabahları
söndürüp,
akşamları
yakıyordum. Gündüzün kalan bölümünü
dinlenerek,
geceyi
de
uyuyarak
geçirebiliyordum."
"Herhalde sonradan emir değişti."
"Hayır, emir aynı," dedi fenerci. "Sorun da
bu! Yıldan yıla gezegen daha hızlı dönmeye
başladı, ama emir değişmedi!"
"Sonra?"
"Sonrası şu: Gezegen şimdi kendi
çevresindeki dönüşünü bir dakikada tamamlıyor.
Bu yüzden de kendime ayıracak saniyem bile
kalmıyor. Dakika başı feneri yakıp söndürmek
zorundayım!"
"Çok komik! Demek burada bir gün yalnızca
bir dakika sürüyor."
"Bunun neresi komik?" dedi fenerci. "Şu
konuşmamızı yaptığımız sırada tam bir ay geçti."
"Bir ay mı?"
"Evet, bir ay. Otuz dakika. Otuz gün yani. İyi
akşamlar." Sonra da fenerini yaktı yine.
Küçük prens görevine bu denli sadık olan bu
adamı
sevdiğini
düşündü.
İskemlesini
kaydırarak peşine takıldığı kendi günbatımlarını
düşündü; yeni arkadaşına yardım etmek istedi.
"Biliyor musunuz," dedi. "Size dilediğinizde
dinlenebilmeniz için bir yol gösterebilirim..."
"Hep dinlenmek istiyorum," dedi fenerci.
Bir adamın hem görevine sadık, hem de
tembel olması olanaksız bir şey değildi.
Küçük prens açıklamasını sürdürdü:
"Bu gezegen öyle küçük ki, üç adımda
çevresini dolaşırsınız. Hep gündüz olmasını
istiyorsanız ağır ağır yürürsünüz. Böylece siz
istediğiniz sürece hep gündüz olur."
"Bunun bana pek yararı olmaz," dedi fenerci.
"Hayatta en sevdiğim şey uyumaktır."
"O zaman yapabileceğiniz hiçbir şey yok,"
dedi küçük prens.
"Tabii, yok. Günaydın," dedi fenerci. Ve
fenerini söndürdü.
Küçük prens kendi kendine, "Bu adamı
bütün ötekiler çok küçümserdi herhalde," diye
düşündü yine yola koyulurken, "Kral, kendini
beğenmiş adam, ayyaş, işadamı. Yine de kaçık
olmayan tek kişi o gibi geliyor bana. Belki de
kendisinden başka bir şeyi daha düşündüğü
için."
Sonra da üzüntüyle içini çekerek,
"Arkadaşım olarak seçebileceğim tek kişi o.
Ama gezegeni çok küçük. İkimize birden yer
yok..." diye düşündü.
Küçük prensin kendine asıl itiraf edemediği
şey üzüntüsünün daha çok bir günde 1440
günbatımı
izleyemeyeceğinden
kaynaklanmasıydı!
Altıncı gezegen bir
öncekinden on kez
daha büyüktü. Cilt cilt
kitaplar yazmakta olan
yaşlı
bir
adam
yaşıyordu burada.
Küçük prensin geldiğini görünce, "îşte bir
gezgin!" diye bağırdı.
Küçük prens masaya oturup bir süre derin
derin soludu. Şimdiden çok uzun gelmişti
yolculuğu.
"Nereden geliyorsun?" diye sordu adam ona.
"O kocaman kitap ne kitabı?" diye küçük
prens sordu. "Ne yapıyorsunuz?"
"Coğrafyacıyım."
"Coğrafyacı nedir?"
"Coğrafyacı bütün denizlerin, kentlerin,
dağların ve çöllerin yerini bilen bir bilim
adamıdır."
"Çok ilgi çekici," dedi küçük prens. "İşte
sonunda gerçek bir meslek!"
Sonra da çevresine bakındı. Coğrafyacının
gezegeni küçük prensin gördüğü en görkemli ve
en büyük gezegendi.
"Gezegeniniz çok güzel," dedi coğrafyacıya.
"Okyanuslarınız da var mı?"
"Bunu söyleyemem," dedi coğrafyacı.
"Yaa!" Küçük prens hayal kırıklığına
uğramıştı. "Dağlarınız, peki?"
"Bunu söyleyemem," dedi yine coğrafyacı.
"Peki kentler, ırmaklar, çöller?"
"Bunları da söyleyemem," dedi adam.
"Ama siz coğrafyacısınız!"
"Pek tabii," dedi coğrafyacı, "Ama gezgin
değilim. Gezegenimde tek bir gezgin yok.
Kentleri,
akarsuları,
dağları,
denizleri,
okyanusları ve çölleri gidip saymak
coğrafyacının işi değildir. Coğrafyacının gezip
tozmaktan daha önemli işleri vardır. Bu masadan
ayrılamaz ama gezginleri kabul edebilir. Onlara
sorular sorar, gezi izlenimlerini not alır. Eğer
gezginlerden herhangi birinin anlattıkları ilginç
gelirse, hemen o gezginin ahlakını araştırır."
"O niye?"
"Çünkü yalan söyleyen bir gezgin,
coğrafyacının kitapları için felaket demektir.
Çok içen bir gezgin de."
"O niye?" diye sordu küçük prens yine.
"Çünkü sarhoş gezginler her şeyi çift
görürler. Düşünsene, sonra coğrafyacının
kitaplarına bir yerine iki dağ yazdırmazlar mı?"
"Çok kötü bir gezgin olabilecek birini
tanıyorum," dedi küçük prens.
"Olabilir," dedi yaşlı adam. "Daha sonra,
eğer gezginin ahlakı yerindeyse keşfettiği
yerlerle ilgili olarak araştırma yapılır."
"Oraya giderek, değil mi?"
"Hayır, bu çok uzun sürer. Gezginin kanıt
getirmesini isteriz Örneğin, gezgin yeni bir dağ
keşfettiğini söylüyorsa, oradan büyük kayalar
getirmesini isteriz."
Coğrafyacı birden heyecanla yerinden
sıçradı. "Sen! Sen de uzaklardan geldin! Sen de
bir gezginsin! Bana geldiğin gezegeni anlat
haydi!"
Coğrafyacı bunları söylerken büyük
defterinin kapağını kaldırdı ve kurşunkaleminin
ucunu sivriltti. Gezginler uygun kanıtlar
getirmeden hiçbir şeyi mürekkeple yazmıyordu.
"Evet?" diye küçük prense baktı.
"Şey, yaşadığım yer pek öyle ilginç
sayılmaz," diye anlatmaya başladı küçük prens.
"Çok küçük. Üç volkanım var. İkisi hâlâ etkin,
birisi sönük. Ama hiç belli olmaz."
"Belli olmaz," dedi coğrafyacı.
"Bir de çiçeğim var."
"Çiçekleri yazmıyoruz," dedi coğrafyacı.
"Neden? Çiçeğim gezegenimdeki en güzel
şeydir!"
"Çiçekleri yazmıyoruz," diye yineledi
coğrafyacı, "çünkü onlar gelip geçici şeyler."
"Gelip geçici de ne demek?"
"Coğrafya kitapları, kitaplar içinde en önemli
olanlarıdır. Hiçbir zaman eskimezler. Bir dağın
yer değiştirdiği çok enderdir. Bir okyanusun
sularının çekilmesi de. Biz kalıcı şeyleri
yazarız."
"Ama sönmüş volkanlar yine alev
püskürtebiliyorlar," diye karşı çıktı küçük prens.
"Gelip geçici de ne demek şimdi?"
"Sönmüş ya da sönmemiş, bizim için fark
etmez," dedi coğrafyacı. "Bizim için önemli olan
onun bir dağ olduğu. Bu değişmez."
"Ama gelip geçici de ne demek?" diye küçük
prens yine sordu. Yanıtını almadan bir sorunun
peşini bırakmazdı hiçbir zaman.
"Gelip geçici demek, hızla yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya olmak demektir."
"Benim çiçeğim hızla yok olma tehlikesiyle
mi karşı karşıya?"
"Kesinlikle öyle."
"Çiçeğim gelip geçici," dedi küçük prens
kendi kendine. "Kendini her şeye karşı
savunmak için yalnızca dört dikeni var ve ben
onu gezegenimde yapayalnız bıraktım!"
İlk kez pişmanlık duymuştu. Ama hemen
kendini topladı.
"Buradan sonra nereye gitmemi önerirsiniz?"
diye coğrafyacıya sordu.
"Dünya'ya git," dedi coğrafyacı. "İyi şeyler
duydum orası hakkında."
Ve küçük prens aklı çiçeğinde yola koyuldu.
Yedinci gezegen
böylece Dünya oldu.
Dünya öyle sıradan
bir gezegen değildir.
Orada (zenci kralları
da atlamadan) tam 111
kral, 7.000 coğrafyacı,
900.000
işadamı,
7.500.000
ayyaş,
311.000.000 kendini
beğenmiş insan yaşar; 2.000.000.000 insan yani.
Dünya'nın büyüklüğü hakkında siz bir fikir
vermek için şu kadarını söyleyeyim: Elektriğin
bulunmasından önce altı kıtanın tümünü
aydınlatmak için tam 462.511 kişilik bir fenerci
ordusu işbaşındaydı.
Uzaktan bakıldığında gerçekten görülmeye
değerdiler. Sanki bir operadaki balerinler gibi
düzen içinde hareket ediyorlardı. Önce Yeni
Zelanda ve Avustralya'daki fenerciler fenerlerini
yakıyorlar ve sonra uykuya yatıyorlardı. Sonra
Çin ve Sibirya'daki fenerciler sahneye çıkıyorlar
ve görevlerini yapıp yerlerine çekiliyorlardı.
Onları Rus ve Hintli fenerciler izliyor; daha
sonra Afrika ve Avrupa; son olarak da Güney ve
Kuzey Amerikalı fenerciler işe koyuluyorlardı.
Bu sırayı hiçbir zaman aksatmıyorlardı. Harika
bir şeydi.
Yalnızca iki kişinin, Kuzey Kutbu'ndaki ve
Güney Kutbu'ndaki birer fenerin başında duran
fenercilerin
Gerçek Öyküler adlı,
balta
girmemiş
ormanlardan söz eden
bir kitapta korkunç bir
resim görmüştüm. Boa
yılanının bir hayvanı
nasıl
yuttuğunu
gösteriyordu. Resmi
yukarıya çizdim.
Kitapta şunlar yazılıydı: "Boa yılanı avını
bütün halinde çiğnemeden yutar. Ondan sonra
hiçbir yere kımıldayamaz ve altı ay süren
sindirimi boyunca uyur."
Balta girmemiş ormanlar üzerine uzun uzun
düşündüm bunları okuyunca. Sonra da biraz
çaba ve renkli kalemle ilk resmimi yaptım. İşte l
numaralı resmim aynen şöyleydi:
Sanat yapıtımı büyüklere gösterdim. Korkup
korkmadıklarını sordum. "Korkmak mı?"
dediler. "Şapkadan mı?"
İyi ama, şapka resmi yapmamıştım ki ben.
Fili yutmuş olan bir boa yılanı resmi yapmıştım.
Ama büyükler anlamadığı için onlara bir resim
daha yaptım. Büyükler açık seçik görüp
anlasınlar diye fili yutmuş olan yılanın içini
çizdim. Şu büyüklere her şeyi tek tek açıklamak
gerekir hep. 2 numaralı resmim de şöyle oldu:
Büyükler bu kez de boa yılanının içinin ya
da dışının resimleriyle uğraşmayı bırakıp,
kendimi coğrafya, tarih, aritmetik ve dilbilgisine
vermemi öğütlediler. İşte daha altı yaşındayken
belki de çok büyük bir ressam olma fırsatını
böylece kaçırmış oldum, l ve 2 numaralı
resimlerimin başarısızlığı hevesimi kırmıştı
doğrusu. Büyükler hiçbir şeyi kendiliklerinden
anlamıyorlar. Onlara hep bir şeyleri açıklamak
zorunda olmak ne kadar da sıkıcı bir şey
çocuklar için.
Ben de başka bir meslek seçtim kendime:
pilot oldum. Dünyanın her yerinde biraz uçtum.
Coğrafyanın çok işime yaradığı bir gerçek. Bir
bakışta Çin'de miyim, yoksa Arizona'da mıyım
anlarım. Geceleyin yönümü şaşırınca çok yararlı
olur bu bilgiler.
Hayatım boyunca birçok önemli kimseyle
ilişkilerim oldu. Büyüklerin arasında da çok
bulundum. Onları çok yakından tanıma fırsatı
geçti elime. Ama doğrusu onlar hakkındaki ilk
yargımda bir değişme olmadı.
Zaman zaman aralarında birazcık daha zeki
görünenler olmadı değil. Öyle zamanlarda
hemen hep yanımda taşımakta olduğum l
numaralı
resmimi
çıkarıp
denememi
yapıyordum: bakalım kavrayışı yerinde mi diye.
Ama ne çare, o da sözleşmiş gibi ötekilerle aynı
yanıtı veriyordu: "Şapka."
Eh bunun üzerine ben de ona boa
yılanından, balta girmemiş ormanlardan, ya da
yıldızlardan filan söz etmiyordum artık.
Anlayacağı düzeye iniveriyordum; briçten,
golften. politikadan, kravattan filan söz
açıyordum. Büyükteki keyfi görün siz artık; aklı
başında biriyle karşılaştı ya sonunda.
Bundan altı yıl
önce Büyük Sahra
Çölü
üzerinde
uçağımla geçirdiğim
kazaya kadar işte bu
yüzden yapayalnız bir
hayat sürdüm. Motorda
bir parça kırılmıştı.
Değil tamirci, yanımda
bir
yolcu
bile
olmadığından bu çetin işe tek başıma
koyulmuştum. Benim için ölüm ya da kalımdı
bu. Çünkü yalnızca bir haftalık suyum vardı.
İlk gece en yakın yerleşim merkezinden bin
kilometre uzakta kumda uyudum. Okyanusun
ortasında salıyla kalakalmış bir denizciden bile
çok daha yalnızdım. Bu yüzden gün doğarken
incecik bir sesle uyandırıldığımda nasıl
şaşırdığımı tahmin edersiniz sanırım. İnce ses,
"Lütfen," diyordu. "Bana bir koyun çizin!
"Ne?.."
"Bir koyun çizin!"
Yattığım yerden ayağa fırladım. Beynimden
vurulmuş gibiydim. Gözlerimi açıp açıp
kapadım. Çevreme baktım. Küçücük, olağandışı
biri ciddi bakışlarla beni süzüyordu. Sonradan
resmini yapmaya çalıştım, ama kendisi
resminden çok daha sevimli tabii.
Ama bu benim suçum değil. Daha altı
yaşındayken büyükler resim yapma konusunda
hevesimi kırdıklarından, boa yılanının dıştan ve
içten görünümleri dışında başka bir şey çizmeyi
öğrenemedim.
Şaşkın şaşkın, karşımda duran bu kişiye
bakıyordum. En yakın yerleşim merkezinden
tam bin kilometre uzakta olduğumu söylemiştim.
Ama bu küçük kişinin hiç de çölde kaybolmuş,
yorgunluktan, açlık ya da susuzluktan perişan
olmuş veya korkmuş bir görünüşü yoktu.
Kendimi toplayıp konuşmaya çalıştım:
"Ama sen... Sen burada ne arıyorsun?"
Alçak bir sesle, çok önemli bir şey
söylüyormuşçasına yineledi: "Lütfen... Bir
koyun çizin bana..."
Kafanız allak bullak olunca söyleneni
yapmamazlık edemiyorsunuz. Size saçma ya da
gülünç gelebilir, ama en yakın yerleşim
merkezinden bin kilometre uzakta ölüm
tehlikesiyle yüz yüze bir halde oluşuma
bakmaksızın cebimden dolmakalemimle bir
kâğıt çıkardım. Ama birden aklıma yıllarımı
coğrafyaya, tarihe, aritmetik ve dilbilgisine
verdiğim geldi. Resim yapmayı bilmiyordum ki.
Biraz üzülerek bunu söylediğimde, "Ne olacak
canım," dedi küçük çocuk. "Bir koyun çiziverin
işte..."
Daha önce hiç koyun çizmemiştim. Bu
nedenle ona koyun yerine, çizmeyi
becerebildiğim iki resimden birincisini çizdim.
Şu, boa yılanının dıştan görünüşünü. Resmi
gösterince çocuğun söyledikleri beni çok şaşırttı:
"Hayır, hayır! Fili yutmuş olan boa yılanının
resmini istemiyorum ben. Boa yılanı çok
tehlikeli, fil ise çok büyük. Benim yaşadığım
yerde öyle küçüktür ki her şey. Bütün istediğim
bir koyun. Bir koyun çizin bana."
Sonunda bir koyun resmi yaptım. Dikkatle
inceledi. Sonra da, "Hayır," dedi. "Bu koyun çok
zayıf, hasta gibi. Başka bir koyun çizin."
Başka bir koyun çizdim. Bu kez tatlı ve
hoşgörülü bir gülümsemeyle, "Siz de
görüyorsunuz ki," dedi. "Koyun değil bu, koç.
Boynuzları var baksanıza."
Bir koyun daha çizdim. O da ötekiler gibi
beğenilmedi. "Bu da çok yaşlı," dedi. "Uzun bir
süre yaşayacak bir koyun istiyorum ben"
Ama artık sabır filan kalmamıştı bende,
çünkü motoru bir an önce sökmek istiyordum.
Bu yüzden de aşağıdaki resmi çizip bir de
açıklama yaptım: "Bu senin koyununun kutusu.
Koyun kutunun içinde."
Genç eleştirmenimin yüzü aydınlanıverdi
birden. "Evet!" dedi. "Tam istediğim gibi oldu
işte. Sizce bu koyun çok ot ister mi?"
"Niye sordun?"
"Çünkü yaşadığım yerde her şey öyle küçük
ki..."
"Canım artık bir koyun için biraz ot bulunur
herhalde. Hem sana çizdiğim koyun çok küçük
zaten."
Resme bakarak boynunu büktü. "Bana pek
küçük gibi gelmedi. Hey! Bak sen şuna, uyudu."
İşte küçük prensle ilk tanışmam böyle oldu.
Nereden geldiğini
öğrenmek
oldukça
zamanımı aldı. Bana
bir sürü soru soruyor,
ama benim sorularımı
duymazlıktan
geliyordu hep. Artık,
rastlantıyla ağzından
çıkan sözleri bir araya
getirerek anlayabildim
ne anladıysam.
Örneğin uçağımı ilk kez gördüğünde
(uçağımı çizmemi istemeyin ne olur, çok karışık,
beceremem) Nedir bu?" diye sordu.
"Uçak.
Benim
uçağım."
Uçtuğumu
öğrenmesi beni çok gururlandıracaktı. "Ne?
Yoksa gökyüzünden mi indin?" diye bağırdı
birden. "Evet," dedim önemsemiyormuş gibi
başımı çevirerek.
"Ama bu çok hoş!" dedi küçük prens. Sonra
da kahkahalarla gülmeye başladı. Biraz rahatsız
etti beni bu. Doğrusu başıma gelen
talihsizliklerin ciddiye alınmasını isterim.
Gülmesini bitirip, "Demek sen de
gökyüzünden geliyorsun," dedi. "Hangi
gezegenden peki?" Birden karşımdaki küçük
yaratığın bir türlü anlam veremediğim varlığıyla
ilgili bir ışık belirdi kafamda. Olabilir miydi?
Duraksamadan sordum:
"Sen başka bir gezegenden mi geliyorsun?"
Yanıt vermedi. Uçağımdan gözlerini ayırmadan
başını salladı hafifçe. "Bununla pek de
uzaklardan gelmiş olamazsın zaten." dedi.
Bir süre uzun uzun düşündü. Sonra cebinden
çizdiğim koyunu çıkarıp hazinesini incelemeye
daldı.
Bu tam da açıklığa kavuşmamış olan "başka
gezegen" olayının nasıl kafama takıldığını
tahmin edersiniz. Bir şeyler daha öğrenebilmek
için çaba göstermeliydim.
"Bak canım, söyler misin, nereden geldin
sen? Şu 'yaşadığım yer' dediğin yer neresi?
Koyununu götüreceğin yer yani?"
Bir süre suskun suskun düşündükten sonra,
"Biliyor musun," dedi. "Koyunum bana verdiğin
bu kutuyu geceleri evi olarak kullanabilir."
"Evet. Ayrıca iyi çocuk olursan sana bir ip de
verebilirim, gündüzleri onu bağlaman için; ha
bir de kazık tabii."
Ama bu önerim küçük prenste şok etkisi
yaptı sanki.
"Bağlamak mı!" dedi. "O niye ki?"
"Bağlamazsan, çeker gider, kaybolur."
Küçük arkadaşım yine bir kahkaha attı. "Gider
mi? Nereye gidebilir ki?"
"Her yere. Burnunun doğrusuna çeker
gider."
"Ne fark eder ki?" dedi küçük prens. "Nasıl
olsa her şey küçücük benim yaşadığım yerde."
Sonra da ekledi; sesi biraz üzüntülü gibiydi:
"Burnunun doğrusuna gitse de kimse fazla
uzağa gidemez orada..."
Böylece
çok
önemli
bir
şey
öğrenmiştim: Küçük
prensin
geldiğini
söylediği gezegen olsa
olsa
bir
ev
büyüklüğündeydi!
Bu beni çok da
şaşırtmamıştı doğrusu.
Çünkü
bildiğimiz,
isimleri konulmuş Dünya, Jüpiter, Mars, Venüs
gezegenlerinin yanı sıra uzayda adı konmamış,
bazıları teleskopla bile güçlükle görülebilecek
kadar küçük yüzlerce gezegen olduğunu
biliyordum. Gökbilimcileri bunlardan birini ilk
kez görüp ortaya çıkardığında isim vermek
yerine yalnızca bir numara veriyorlar. Örneğin
"Asteroid 325" gibi.
Küçük prensin geldiği gezegenin B-612 diye
bilinen asteroid olduğu konusunda beni haklı
çıkaracak ciddi bir nedenim var.
Bu asteroidi ilk kez 1909 yılında bir Türk
gökbilimci teleskopla gözlem yaparken görmüş.
Bu buluşunu hemen Uluslararası Gökbilimi
Toplantısı'nda büyük bir heyecanla sunmuş, ama
adamcağız şalvar, cepken ve fes giyiyor diye
onun söylediklerine hiç kimse değer vermemiş.
Büyükler böyledir işte...
Bir süre sonra bir Türk lideri herkesin
Avrupalılar gibi giyinmesini zorunlu kılmış,
hatta
buna
uymayanları
ölümle
cezalandıracağını söylemiş de, 1920 yılında aynı
gökbilimci etkileyici ve şık bir giysiyle Asteroid
B-612'yi tanıtabilmiş. Bu kez herkes ilgiyle
izlemiş onun söylediklerini.
Şu anda size bu asteroidle ilgili bu kadar çok
şey
anlatabiliyor,
numarasını
filan
söyleyebiliyorsam bu hep büyükler sayesinde
oluyor. Büyükler sayılara bayılırlar. Yeni bir
arkadaş edindiniz diyelim: onun hakkında hiçbir
zaman asıl sormaları gerekenleri sormazlar. "Sesi
nasıl?" demezler örneğin, ya da. "Hangi oyunları
sever? Kelebek koleksiyonu var mı?" diye
sormazlar. Onun yerine. "Kaç yaşında?" derler.
"Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para
kazanıyor?"
Ancak
bu
sayılarla
tanıyabileceklerini sanırlar arkadaşınızı.
Eğer büyüklere, "Güzel bir ev gördüm,
kırmızı tuğlalı, pencerelerinden sardunyalar
sarkıyor, damında ise kumrular var," derseniz,
nasıl bir evden söz etmekte olduğunuzu bir türlü
anlayamazlar. Ne zaman ki onlara, "Yüz
milyonluk bir ev gördüm," dersiniz, işte o zaman
size, "Oo, ne kadar güzel bir evmiş!" derler
gözlerini koca koca açıp.
Aynı şekilde onlara, "Küçük prensin güler
yüzlülüğü, tatlılığı ve bir koyun istiyor olması,
onun var olduğunu gösterir. Birisi bir koyun
istiyorsa, bu onun varlığının kanıtıdır." derseniz
size inanmazlar, dalga geçerler. Ama onlara,
"Küçük prensin geldiği gezegenin adı Asteroid
B-612'dir," derseniz, işte o zaman size
inanıverirler ve sıkıcı sorular sormazlar.
Büyükler böyledir işte. Ama bunu onlara
anlatabilmek olanaksızdır. Çocuklar büyükler
karşısında her zaman sabırlı ve anlayışlı olmak
zorundalar.
Doğal olarak, yaşamı anlayan bizler için
sayıların hiç önemi yok. Bu öyküye tıpkı peri
masallarında olduğu gibi başlamış olmayı
isterdim. "Bir zamanlar kendisinden birazcık
daha büyük bir gezegende yaşayan küçük bir
prens varmış. Bu prens bir koyun istiyormuş..."
diyebilirdim örneğin.
Yaşamı anlayabilenler için eminim bu çok
daha gerçekçi bir hava verirdi öyküme. Hiç
kimsenin kitabımı özensizce okumasını istemem
doğrusu. Bu anılarımı yazarken çok üzüntülü
anlar yaşadım. Arkadaşım, koyunu ile birlikte
beni bırakıp gideli tam altı yıl oldu. Onu burada
anlatmaya çabalıyorsam, bu biraz da onu
unutmamak için. Arkadaşı unutmak çok üzücü
bir şey. Herkesin arkadaşı olmamıştır.
Arkadaşımı unutursam, kendimi o, sayılardan
başka bir şeye değer vermeyen büyükler gibi
hissederim sonra.
İşte yine bu amaçla bir kutu boya ve kalem
satın aldım kendime. Bu yaştan sonra resim
yapmaya kalkışmak benim için çetin işti
doğrusu. Hele altı yaşından beri tek yaptığım
resmin bir boa yılanının içten ve dıştan görünüşü
olduğu düşünülürse... Resimleri olabildiğince
gerçeğe uygun çizmeye çalışacağım tabii. Ama
başaracağımdan pek emin değilim açıkçası. Bir
resim fena olmuyor derken, bir ötekinin gerçekle
hiçbir ilgisi olmayıveriyor. Küçük prensin
boyunu çizerken de hata yaptığım oluyor; bir
yerde kısa, başka bir yerde uzun boylu
çiziyorum onu. Giysilerinin rengiyle ilgili
kuşkularım da var. İşte böyle doğrulu yanlışlı da
olsa herhalde üç aşağı beş yukarı gerçeği
hakkında bir fikir vermeyi başarıyorumdur.
Bazı çok önemli ayrıntılarda hata yaptığım
da oluyor. Ama işte bu benim suçum değil.
Arkadaşım hiçbir zaman bana tam bir açıklama
yapmadı ki. Benim de kendisi gibi olduğumu
düşündü belki, kim bilir? Ama, şimdi açık
konuşalım, ben kutuların içindeki koyunları
göremiyorum. Belki de büyükler gibiyim biraz.
Büyümek zorunda kaldığımdan olacak.
Her geçen gün,
konuşmalarımız
arasında küçük prensin
gezegeni ve oradan
ayrılışı ile ilgili bir
şeyler öğreniyordum.
Bu bilgileri çok yavaş
ve onun düşünce
sürecine bağlı olarak
söyledikleriyle
elde
ediyordum. O baobap ağaçlarıyla ilgili felaketi
de böyle rastlantıyla öğrendim.
Bunun için de bir kez daha o koyuna
teşekkür borçluyum. Çünkü küçük prens çok
ciddi bir endişeye kapılmış gibi birden,
"Koyunların küçük çalıları yediği doğru mu?"
diye sormuştu.
"Evet, yerler."
"Hah, neyse!"
Koyunların küçük çalıları yemesinin neden
bu kadar önemli olduğunu anlamamıştım. Ama
küçük prens, "Baobap ağacını da yerler
öyleyse," dedi.
Ona baobap ağacının küçük çalı olmadığını,
tam tersine kale gibi büyük olduğunu, bir fil
sürüsünün bile tek bir baobap ağacını yiyip
bitiremeyeceğini anlattım. Fil sürüsü fikri onu
çok güldürdü. "Onları üst üste koymak zorunda
kalırdık," dedi.
Ama sonra da çok akıllıca bir söz etti:
"O kadar büyümeden önce baobaplar da
küçük oluyorlar."
"Çok doğru, ama koyununun küçük baobap
ağaçlarını yemesini neden istiyorsun ki?"
"Bunda anlamayacak ne var?" diye yanıtladı
beni. Çok açık bir şeyden söz ediyordu sanki.
Kafamı zorlayıp anlamalıydım bunu, hem de
yardımsız.
Sonunda küçük prensin gezegeninde, öteki
gezegenlerde olduğu gibi, iyi ve kötü bitkilerin
var olduğunu öğrendim. İyi bitkilerin tohumları
daha iyi, kötü bitkilerin tohumlan daha kötü
oluyormuş. Ama bu tohumlar göze
görünmüyormuş.
Toprağın kuytularında gizlenmiş dururlarken
arada bir birkaçının uyanacağı tutarmış. Bu
tohum başlangıçta biraz çekingenlik gösterse de.
kendi halinde güneşe doğru uzamaya başlarmış.
Eğer bu bitki yalnızca bir turp ya da bir gül
goncası olsa büyümesinde hiçbir sakınca
yokmuş. Ama öyle kötü bitkilerdense hemen
ortadan kaldırılmalıymış.
Şu sıralarda küçük prensin gezegeninde çok
korkunç bir bitkinin tohumları sarmış ortalığı.
Baobap tohumlarıymış bunlar. Toprağın içi
bunlarla doluymuş. Fark etmekte biraz geciktiniz
mi, iş işten geçer, bir daha onlardan kurtuluş
olmazmış. Bütün gezegeni sararlar, kökleriyle de
içerden sıkıca kavrarlarmış. Eğer bir de gezegen
küçücük, baobaplar da çok sayıdaysa işte o
zaman ufalanıverirmiş gezegencik...
Sonraları küçük prens bu konuyu, "Bu bir
çeşit disiplin," diye açıklamıştı. "Sabah
uyandığınızda
nasıl
yüzünüzü
yıkayıp
temizliğinizi yapıyorsanız, gezegene de aynı
şeyleri yapmalısınız; hem de daha büyük bir
özenle. Bütün baobapları hemen sökmelisiniz.
yoksa bir süre sonra iyice gül fidelerine
benzerler. İşte o zaman hangisinin gül
hangisinin baobap olduğunu anlamak da
güçleşir. Sıkıcı bir iş bu, ama çok kolay."
Bir gün de, "Güzel bir resmini yapmalısın
bunun." dedi. "Böylece sizin oralardaki çocuklar
da nasıl bir şey olduğunu görsünler. Kim bilir
belki bir gün yolları düşerse, onlara yararı olur
bu bilginin. Ufak bir işi ertesi güne
bırakıvermenin pek sakıncası olmaz çoğu kez,"
diye ekledi. "Ama baobaplar ertelenirse felaket!
Tembel birisinin yaşadığı bir gezegen biliyorum.
Adamcağız yalnızca üç küçük fideyi sökmeye
üşendiydi de..."
İşte küçük prensin sözünü ettiği bu
gezegenin resmini yapmaya çalıştım. Ben öyle
öğütler vermeyi seven biri değilim, ama bu
baobap konusu ne kadar az biliniyor ve özellikle
bir asteroidde yapayalnız kalan biri için öyle
tehlikeli bir bela ki, bu seferlik kuralımı
bozuyorum ve, "Aman çocuklar." diyorum,
"baobaplara dikkat!"
Arkadaşlarım da, ben de. hiç farkında
olmadan bu tehlikenin yakınından geçmişiz. Bu
resimle uzun uzun uğraşmam biraz da onlar için.
Böyle önemli bir uyarıyı yapmamı sağladığı için
harcadığım emeğe değdiğini düşünüyorum.
Belki şimdi. "Bu kitapta niçin bu baobap
resimleri kadar etkileyici ve nefis başka resimler
yok?" diye soracaksınız. Yok, çünkü çok
uğraştım, ama öteki resimlerde bu kadar başarılı
olamadım. Baobapları yaparken konunun
önemine o kadar kaptırmıştım ki kendimi, iyi bir
iş çıktı sonunda.
Ah, küçük prens!
Her an biraz daha
anlıyorum o kısa ve
hüzünlü
geçmişinin
gizlerini... Epeydir tek
eğlencen oturup gün
batımını izlemek olmuş
demek. Bunu daha
dördüncü
günün
sabahında,
"Günbatımını izlemeye bayılırım. Haydi,
günbatımını izlemeye gidelim," dediğinde
anladım.
"Ama bunun için beklememiz gerekir,"
dedim.
"Beklemek mi? Neyi?"
"Günbatımını. Daha erken."
Önce çok şaşırmış gözüktün. Sonra da bastın
kahkahayı. "Yine kendi gezegenimde sandım
kendimi!" dedin.
Herkes bilir ki, Amerika'da öğle olduğunda
güneş Fransa'da batıyordur artık. Fransa'ya bir
dakikada uçulabilseydi, öğle saatinde akşamı
yakalayabilirdi insan. Ama ne yazık ki. Fransa
böyle bir iş için oldukça uzak. Oysa senin
gezegeninde sevgili küçük prensim, yapacağın
tek şey iskemleni biraz kaydırmak. Böylece
dilediğinde günün bitimini, karanlığın çöküşünü
izleyebilirsin...
"Bir gün," demiştin bana, "günbatımını tam
kırk dört kez izledim!"
Sonra da, "Biliyor musun," diye ekledin.
"İnsan günbatımını çok üzgün olduğunda
seviyor."
"O sırada çok üzgün muydun?" diye
sorduydum. Hani şu kırk dört günbatımı
izlediğinde?"
Ama küçük prens hiçbir şey söylemedi bu
soruma karşılık.
Beşinci gün yine o
koyun
sayesinde
küçük prensin gizini
öğreniverdim. Durup
dururken
sormuştu;
sanki uzun uzun
düşünerek
çözüm
aradığı bir sorununu
dile getiriyordu.
"Koyun... Koyun
çalıları yiyorsa çiçekleri de yer, değil mi?"
"Koyunlar bulabildikleri her şeyi yerler."
"Dikenli çiçekleri de mi?"
"Evet dikenli çiçekleri de."
"Öyleyse dikenler... Ne işe yararlar ki?.."
Bilmiyordum. O anda motorun sıkışmış bir
cıvatasını gevşetmeye çalışıyordum. Endişem
artıyordu, çünkü giderek uçağımdaki arızanın
son derece ciddi olduğunu fark ediyordum. İçme
suyum da çok azaldığından endişemde
haklıydım.
"Dikenler ne işe yarar?"
Küçük prensin aklı bir şeye takıldı mı asla
peşini
bırakmıyordu.
Benimse
aklım
cıvatadaydı. Aklıma ilk geleni söyleyiverdim:
"Dikenler hiçbir işe yaramaz. Çiçekler
kindarlıklarından dolayı dikenlidirler..."
"Ya!"
Bir anlık bir sessizlik oldu. Sonra küçük
prens birden parlayıverdi. Gücenik bir sesle:
"Hayır! Sana inanmıyorum. Çiçekler narin
yaratıklardır. Çok masumdurlar. Kendilerini
güvencede hissetmek isterler. Dikenlerinin
korkunç silahlar olduğuna inanırlar..."
Bir şey söylemedim. O anda aklımda tek bir
şey vardı. "Eğer bu cıvata hâlâ gevşemeyecekse
çekiçle vurup kopartacağım," diyordum
içimden. Küçük prens düşüncelerimi dağıttı
yine:
"Demek sen sanıyorsun ki çiçekler..."
"Hayır! Hayır!" diye bağırdım. "Hayır, hiçbir
şey sanmıyorum ben. Aklıma ilk geleni
söylemiştim yalnızca. Görüyorsun ki çok önemli
işlerim var benim!"
"Önemli işler mi?"
Bana bakıyordu. Elimde çekiç, parmaklarım
yağdan simsiyah olmuş, ona çok çirkin gözüken
bir nesnenin üzerine eğilmiş olan bana...
"Tıpkı büyükler gibi konuşuyorsun!"
Biraz utandım ama o acımasızca sürdürdü:
Her
şeyi
birbirine
karıştırıyorsun,
karmakarışık ediyorsun..."
Gerçekten çok kızmıştı. Altın renkli saçları
rüzgârda dalgalanıyordu.
"Gezegenlerden birinde yaşayan kırmızı
yüzlü bir adam tanıyorum. Tek bir çiçek
koklamamış, tek bir kez bir yıldıza bakmamış,
kimseyi sevmemiş. Yaşamı boyunca tek yaptığı
şey bir takım sayıları toplamak. O da bütün gün
kendi kendine aynı şeyi söylüyor, senin gibi:
'Çok önemli işlerim var benim!' Bunları
söylerken gururla kabarıyor göğsü. Ama o bir
insan değil ki, mantar!"
"Ne?"
"Mantar!"
Küçük prens şimdi öfkeden bembeyazdı.
"Çiçeklerin milyonlarca yıldır dikenleri var.
Milyonlarca yıldır koyunlar dikenli çiçekleri de
yiyorlar. Peki bu çiçeklerin hâla dikenleri olsun
diye çabalamalarının nedenini anlamaya
çalışmak önemli işlerden sayılmıyor. Koyunlarla
çiçekler arasındaki bu savaş kırmızı yüzlü
adamın topladığı rakamlardan daha mı önemsiz?
Hele benim gezegenimde, yalnız benimkinde
yaşayabilen bir çiçeğimin olduğunu, bunu
koyunun bir ısırışta yok edebileceğini düşün. Bu
çok mu önemsiz?"
Şimdi de yüzü al aldı.
"İnsan bir çiçeği severse, milyonlarca ve
milyonlarca yıldızda yalnız tek bir çiçek açarsa,
işte o yıldızlara bakarak mutlu olur. Kendi
kendine şöyle der: 'İşte orada, o yıldızlardan
birinde benim çiçeğim.' Ama koyun çiçeği yedi
miydi bütün yıldızlar kararıverir... Bu da hiç
önemli değil, öyle mi?"
Sözleri hıçkırıklara boğuldu.
Gece olmuştu. Aletlerimi olduğu yere
bıraktım. Şu anda çekicin, cıvatanın,
susuzluğumun ne önemi vardı? Yıldızlardan,
gezegenlerden birinde, benim gezegenim
Dünya'da bir küçük prens vardı avutulacak.
Kollarıma aldım onu ve başını okşadım.
"Sevgili çiçeğin tehlikede değil, üzülme,"
dedim ona. "Koyununun ağzına kapamak için
bir ağızlık çizerim sana, ya da istersen çiçeğin
çevresine bir parmaklık çizerim..."
Ne söyleyeceğimi bilemiyordum aslında.
Kendimi toy bir budala gibi hissediyordum. Ona
nasıl ulaşabileceğimi, yine eskisi gibi yan yana
olmayı nasıl başarabileceğimi bilemiyordum.
Çok gizemli bir ülke şu gözyaşları ülkesi.
Çok geçmeden şu
çiçek hakkında daha
çok bilgi edindim.
Küçük
prensin
gezegeninde çiçekler
her
zaman
çok
sadeydi. Tek sıralı taç
yaprakları vardı, fazla
yer kaplamıyorlar ve
kimseye de sorun
olmuyorlardı. Bir sabah otların arasında
beliriverirler, geceleyin de sessizce solup
giderlerdi. Ama bir gün kimsenin bilmediği bir
yerlerden bir tohum uçup gelmiş ve küçük prens
gezegeninde eşi benzeri bulunmayan bu çiçeği
dikkatle izlemişti. Öyle ya, yeni bir tür baobap
da olabilirdi bu.
Bir süre sonra fidenin büyümesi durmuş,
çiçek vermeye hazırlanmıştı. Kocaman
tomurcuk kendini gösterdiğinde orada bulunan
küçük prens büyük bir merakla ortaya çok ilginç
bir şeylerin çıkmasını beklemişti. Ama çiçek
yeşil örtüsünün altındaki hazırlığının yeterli
olduğunu sanmıyordu henüz. Renklerini büyük
özenle seçiyor, kendini ağır ağır süslüyor, taç
yapraklarını tek tek sıralıyordu. Gelincikler gibi
buruşuk buruşuk çıkmak istemiyordu ortaya.
Güzelliğinin en pırıltılı anında kendini
göstermeye karar verdi. Aman! O ne cilveler, o
ne pozlar! Günlerce sürmüştü o gizemli
süslenmeler.
Ve bir sabah tam gün doğarken ortaya
çıkıverdi.
Uzun uzun kendine çeki düzen vermeye
çalıştıktan sonra esnedi ve. "Oh! Çok ender
olarak uyanık kalırım" dedi. "Lütfen taç
yapraklarımın düzensiz olmasından dolayı
kınamayın beni..."
Küçük prens hayranlığını gizleyemeyip, "Ne
kadar güzelsin!" dedi.
Çiçek, "Evet biliyorum," dedi, "Üstelik
güneşle birlikte doğdum..." Küçük prens onun
pek de alçakgönüllü sayılamayacağını tahmin
edebiliyordu tabii, ama olsun; yine de çok
etkileyiciydi.
Biraz sonra çiçek. "Sanırım kahvaltı zamanı,"
dedi. "Lütfen benim gereksinimlerimle
ilgilenmek nezaketini gösterir miydin?"
Küçük prens utanarak biraz su alıp geldi ve
çiçeği suladı.
Çiçek
çok
geçmeden
kendini
beğenmişliğiyle küçük prensi canından
bezdirmeye koyuldu. Doğrusunu söylemek
gerekirse hiç de kolay olmuyordu buna
katlanmak. Örneğin bir gün üzerindeki dört
dikeninden söz ederken küçük prense, "Sıkıysa
kaplanlar pençelerini bir uzatsınlar!" demişti.
"Gezegenimde kaplan yok." demişti küçük
prens ona. "Hem kaplanlar ot yemezler."
"Ben ot değilim," olmuştu çiçeğin tatlı bir
sesle verdiği yanıt.
"Özür dilerim..."
"Kaplanlardan
korkmam
ben.
Sert
rüzgârlardan korkarım. Beni rüzgârlardan
koruyacak bir siperlik bulamaz mısın?"
"Sert rüzgârlar... Bu bir çiçeğin en korkulu
rüyası olmalı," demişti küçük prens. Sonra da
içinden, "Bu çiçek çok anlaşılması güç bir
yaratık," diye mırıldanmıştı.
"Geceleri beni cam bir fanusla örtmeni
istiyorum. Burası çok soğuk. Benim geldiğim
yerde..."
Tam o anda susmuştu. Bir tohum olarak
gelmişti oraya. Öteki dünyalar hakkında bilgisi
olamazdı Böyle gerçek olmayan bir şeyi
söylemek üzereyken yakalanmış olmasından
dolayı utanarak iki üç kez öksürmüş, küçük
prensin ilgisini dağıtmaya çalışmıştı.
"Siperlik hani?"
"Seni dinlemek için durdum. Şimdi gidip
bulacaktım..."
Çiçek küçük prensin vicdan azabı çekmesi
için biraz daha öksürmüştü sonra.
Böylece küçük prens tüm sevgisine, iyi
niyetine karşın bir süre sonra çiçeğinden şüphe
etmeye başlamıştı. Önemsiz sözleri çok fazla
ciddiye almış, sonuçta da mutsuz olmuştu.
"Onu dinlememeliydim," dedi bir gün bana.
"İnsan hiçbir zaman çiçeğini dinlememeli. Ona
bakmalı ve güzel kokusunu içine çekmeli
yalnızca. Çiçeğimin kokusu bütün gezegene
yetiyordu. Ama ben ona hak ettiği inceliği
gösteremedim. Şu kaplanların pençeleriyle ilgili
sözleri
yalnızca
acıma
duygularıyla
doldurmalıydı yüreğimi."
Küçük prens, "Gerçek şu ki," diye sürdürdü
sözlerini, "bir şeyi anlamaya çalışırken neyi
dikkate almam gerektiğini bilmiyordum. Sözlere
değil,
yapılanlara
bakmalıydım.
Güzel
kokularıyla beni öyle büyülemişti ki... Ondan
uzaklaşmamalıydım... Onun bana yaptığı o
küçük numaraların arkasında yatan sevgiyi
anlamalıydım. Çiçekler çok tutarsız oluyorlar.
Ama onu nasıl sevmem gerektiğini bilemeyecek
kadar küçüktüm..."
Sanıyorum küçük
prens gezegeninden
ayrılırken, göç etmekte
olan bir yabani kuş
sürüsünden
yararlanmıştı. O sabah
gezegenini
derleyip
toparlamıştı.
Etkin
volkanları temizlemişti
önce. İki taneydiler ve
sabahları kahvaltı hazırlarken ocak olarak çok
işe yarıyorlardı. Bir tane de sönmüş volkanı
vardı küçük prensin. Ama, "Hiç belli olmaz!"
diyordu. Bu nedenle onu da temiz tutuyordu.
Temiz tutulduğunda volkanlar ağır ağır ve
düzgün yanıyorlardı. Öyle patlamaya filan gerek
duymadan. Volkanik patlamalar tıpkı evlerin
tutuşan bacalarına benzerdi.
Dünya'daki volkanlar bizim için çok fazla
büyük; bu nedenle de temizleyemiyoruz ve ikide
bir başımıza olmadık işler açıyorlar.
Küçük prens ayrıca son iki baobap
sürgününü de sökmuştu içi sıkılarak. Bir daha
dönmek istemeyebileceğini düşünüyordu. Ama
o sabah her zaman yaptığı işler çok önemliydi
onun için. Hele çiçeğini son kez sulayıp cam
fanustan koruyucusunu üzerine geçirirken
neredeyse ağlayacaktı.
"Elveda," dedi çiçeğine. Çiçekten bir karşılık
gelmedi. "Elveda," dedi bir kez daha. Çiçek
öksürdü, ama soğuk aldığından değildi öksürük.
"Saçmaladım," dedi sonunda küçük prense.
"Bağışla beni, mutlu olmaya çalış..."
Küçük prens çiçeğinin ona sitem etmemesine
şaşırmış, elinde cam fanusla kalakalmıştı. Bu
sessiz tatlılığı anlayamıyordu.
"Tabii, seni çok seviyorum." diye konuştu
çiçek. "Bunu şimdiye dek sana belirtmemiş
olmam benim hatam. Aslında bu da önemli
değil. Ama sen... Sen de benim kadar aptalca
davrandın. Mutlu olmaya çalış... Fanusu da
istemem."
"Ama rüzgâr..."
"Soğuk algınlığım o kadar kötü değil.
Gecenin serinliği iyi gelir bana. Çiçeğim ben."
"Ya hayvanlar?.."
"Kelebeklerle tanışmak istiyorsam, bir iki
tırtıla katlanmayı öğrenmek zorundayım. Çok
güzel olmalılar. Kelebekler de, yani tırtıllar da
olmazsa kimle dostluk edeceğim ki?... Sen
uzaklarda olacaksın... Büyük hayvanlara
gelince... Onlardan korkmuyorum. Pençelerim
var benim."
Bunları söyledikten sonra küçük prense dört
tanecik dikenini gösterdi. Sonra da, "Haydi
sallanma. Gitmeye karar vermiştin. Git!" dedi.
Çok gururluydu. Ağladığını görmesini
istemiyordu küçük prensin...
Küçük prens 325,
326, 327. 328. 329 ve
330
numaralı
asteroidlerin
yakınlarında bulmuştu
kendini.
Bilgisini
artırmak
amacıyla
hepsini
tek
tek
dolaşmaya başladı.
İlkinde bir kral
yaşıyordu. Kraliyet morundan kürklü kaftanıyla
hem çok sade. hem de çok muhteşem görünen
bir tahta kurulmuştu.
"İşte bir kul!" diye bağırdı küçük prensin
geldiğini görünce.
Küçük prens, "Beni daha önce hiç görmediği
halde tanıyabiliyor?" diye sordu kendi kendine.
Krallar için her şeyin ne kadar basit
olduğunu bilmiyordu. Onlara göre bütün
insanlar kuldu.
Yaklaş, seni daha iyi göreyim," dedi kral.
Sonunda birisine krallık edeceği için
gururlanıyordu.
Küçük prens oturacak bir yer bulmak için
çevresine bakındı. Ama bütün gezegen kralın
muhteşem kürküyle kaplıydı. Bu yüzden ayakta
bekledi; yorulduğu için de esnedi.
"Kral huzurunda esnemek son derece
yakışıksız bir şeydir," dedi kral. "Bunu hemen
yasaklıyorum."
"Elimde değil ki. Kendimi tutamıyorum."
dedi küçük prens. Çok utanmıştı. "Uzun yoldan
geliyorum ve hiç uyumadım..."
"Peki öyleyse," dedi kral, "esnemeni
emrediyorum.
Yıllardır
esneyen
birini
görmedim. Esnemek bir merak konusu benim
için. Haydi şimdi! Esne! Bu bir emirdir."
Küçük prens, "Korkarım, bir daha
esneyemem..." diye mırıldandı. Utancından
kıpkırmızıydı şimdi.
Kral, "Hımmm..." diye başını salladı. "O
halde sana emrediyorum, bazen esneyeceksin,
bazen de... Bazen de..."
Bir iki kekeledi. Kafası karışmış gibiydi.
Çünkü gerçekte kralın derdi her ne biçimde
olursa olsun krallığına saygı gösterilmesiydi. Dik
başlılığa hiç gelemezdi. En büyük otorite oydu.
Ama çok iyi bir insan olduğu için mantıklı
emirler veriyordu.
"Bir generalime, eğer martıya dönüşmesini
emredersem ve general de bu emrime uymazsa
bu generalin değil benim hatamdır," diyordu.
Küçük prens çekingen bir sesle, "Oturabilir
miyim?" diye sordu.
"Oturmanı emrediyorum," dedi kral ve
heybetli hareketlerle kaftanının ucunu çekti.
Küçük prensin aklına bir şey takılmıştı. Çok
küçük bir gezegendi bu. Kral kime krallık
ediyordu ki?
"Efendim," dedi, "umarım size bir soru
soracağım için beni bağışlarsınız..."
Kral, "Soru sormanı emrediyorum," diyerek
rahatlattı onu.
"Efendim, siz kimin kralısınız?"
"Her şeyin," dedi kral şaşılacak derecede
içtenlikle.
"Her şeyin mi?"
Kral eliyle kendi gezegenini, ötekileri ve
bütün yıldızları gösterdi.
"Hepsinin mi!" diye sordu küçük prens.
Kral, "Hepsinin," diye yanıtladı.
Egemenliği yalnızca mutlak değil, aynı
zamanda evrenseldi de.
"Yıldızlar da emirlerinize uyuyorlar mı?"
"Tabii ki," dedi kral, "hiç aksatmadan hem
de. Baş kaldırmalarına asla izin vermem."
Bu küçük prens için inanılmaz bir şeydi.
Böyle bir güç onda olsaydı iskemlesini yerinden
bile oynatmadan günbatımını günde yalnız kırk
dört kez değil, yetmiş iki kez, yüz kez, hatta iki
yüz kez izleyebilirdi.
Geride bıraktığı küçük gezegenini hatırlamak
onu biraz üzmüştü. Kraldan bir dilekte
bulunmak için bütün cesaretini topladı.
"Bir günbatımı görmeliyim... Lütfen benim
için güneşe batmasını emreder misiniz?"
"Generalime bir kelebek gibi çiçekten çiçeğe
uçmasını emredersem, ya da trajik bir piyes
yazmasını istersem, ya da bir martı olmasını
emredersem ve general de bu emrimi yerine
getirmezse kim suçludur?" diye küçük prense
sordu kral. "General mi, yoksa ben mi?"
"Siz," dedi küçük prens yüksek sesle.
"Doğru," dedi kral. "İnsan herkesten
verebileceklerini istemeli. Bir otoritenin kabul
görmesi mantıklı olmasına bağlıdır. Eğer
halkınıza gidip kendilerini denize atmalarını
emrederseniz size isyan ediverirler. Bana
gelince... Emirlerime uyulmasını istemek benim
hakkım. Çünkü ben mantıklı emirler veriyorum."
"Peki benim günbatımı?" diye hatırlattı
küçük prens. Sorduğu bir soruyu asla
unutmazdı.
"İstediğin günbatımı olsun. Gereken emri
vereceğim. Ama benim yönetim ilkelerime göre,
uygun koşulların oluşması için daha
beklemeliyim."
"Bu ne zaman olur?"
"Hımmm, hımmm..." diyerek kral kalın ciltli
bir kitaba baktı. "Evet, akşamleyin tam sekize
yirmi kala. Emirlerime nasıl uyulduğunu o
zaman göreceksin."
Küçük prens esnedi. Günbatımı şimdilik
suya düşmüştü. Ayrıca sıkılmaya da başlamıştı
biraz.
"Burada yapacak bir şeyim kalmadı," dedi.
"Yola koyulmalıyım artık."
"Gitme," dedi kral. Birine krallık yapmaktan
dolayı mutlu olmuştu. "Gitme, seni bakan
yapacağım!"
"Ne bakanı?"
"Şey... Adalet bakanı!"
"Ama burada yargılanacak hiç kimse yok
ki!"
"Bundan emin olamayız," dedi kral.
"Krallığımın her yanını dolaşmadım henüz. Çok
yaşlıyım. Araba için burası çok küçük. Yürümek
de beni yoruyor."
"Ben çoktan baktım bile!" dedi küçük prens.
Bir kez daha gezegenin arka yüzüne bakıp geldi.
Hiç kimse yoktu gerçekten...
"O halde kendini yargılayacaksın," dedi kral.
"En zoru da budur. Kendini yargılamak
başkasını yargılamaya benzemez. Eğer kendini
yargılamayı başarabilirsen, o zaman gerçek
bilgeliğe ulaşmışsın demektir."
"Evet," dedi küçük prens, "ama kendimi her
yerde yargılayabilirim. Bunun için bu gezegende
kalmama gerek yok ki."
"Hımm," dedi kral. "Gezegenimin bir
yerlerinde yaşlı bir farenin var olduğu
konusunda kuşkularım var. Geceleri sesini
duyuyorum. Onu yargılayabilirsin. Zaman
zaman ona ölüm cezası verirsin. Böylece
yaşaması sana bağlı olur. Ama onu hep
bağışlarsın. Tutumlu davranmalıyız, çünkü
elimizde başkası yok."
"Ben kimseye ölüm cezası vermek
istemiyorum," dedi küçük prens. "Hem sanırım
artık gitme zamanım geldi."
"Hayır," dedi kral. Gitmeye kararlı olan
küçük prens yaşlı kralı üzmek istemiyordu.
"Yüce kralım eğer emirlerine aynen
uyulmasını istiyorlarsa," dedi, "bana akla uygun
bir emir vermeliler. Örneğin bir dakika içinde
burayı terk etmemi emretmeliler. Çünkü sanırım
koşullar bunun için uygundur."
Kral bir şey söylemedi. Küçük prens bir an
duraksadı. Sonra yerinden kalktı.
"Seni büyükelçi yapacağım," dedi kral
arkasından çabucak. Bakışlarında otoriter bir
hava vardı bunları söylerken.
"Şu büyükler çok tuhaf," dedi küçük prens
ve yola koyuldu.
İkinci gezegende
kendini beğenmiş bir
adam yaşıyordu. "Ah
işte, bir hayranım
geliyor!" diye sevinçle
haykırdı küçük prensi
görünce.
Kendini beğenmiş bir insan herkesin
kendisine hayran olduğunu düşünür çünkü.
"Günaydın," dedi ona küçük prens.
"Şapkanız ne ilginç öyle."
"Halkı selamlamak için uygun bir şapka,"
dedi adam. "Hayranlarım beni alkışlarken
çıkarıp onları selamlayacağım şapkamla. Ama
ne yazık ki, hiç kimse geçmiyor buralardan."
"Alkışlamak mı?" diye sordu küçük prens.
Adamın söylediklerini anlamamıştı, "iki elini
birbirine vuracaksın," diye açıkladı adam.
Küçük prens ellerini birbirine vurdu. Adam
şapkasını çıkarıp onu alçakgönüllü bir tavırla
selamladı. "Kraldan daha eğlenceli," diye
düşündü küçük prens. Ellerini yine birbirine
vurmaya başladı. Kendini beğenmiş adam da
yine şapkasıyla selamladı onu.
Beş dakika sonra küçük prens bu tekdüze
hareketten sıkılmıştı.
"Şapkanız aşağı indirmeniz için ne
yapmalıyım?" diye sordu.
Ama kendini beğenmiş adam onu
duymamıştı. Kendini beğenmiş adamlar övgü
sözleri dışında bir şey duymazlar çünkü.
"Bana gerçekten çok hayranlık duyuyor
musun?" diye adam küçük prense sordu.
"Hayranlık nedir?"
"Hayranlık demek, beni bu gezegendeki en
yakışıklı, en iyi giyinen, en zengin ve en akıllı
kişi olarak görmek demektir."
"Ama bu gezegende sizden başka kimse yok
ki!"
"Hiç fark etmez. Sen yine de hatırım için
bana aynı şekilde hayranlık duyabilirsin."
"Size hayranlık duyuyorum," dedi küçük
prens omuzlarını silkerek, "Fakat bu sizin için
niye bu kadar önemli?"
Küçük prens bunları söyleyip uzaklaştı.
"Büyükler gerçekten çok tuhaf," diyerek
yolculuğunu sürdürdü.
Sonraki gezegende
bir ayyaş yaşıyordu.
Küçük prens orada çok
az kaldı, ama yüreği
sıkıntıyla
doluydu
ayrılırken.
Bir sürü boş ve
dolu
şişenin
bulunduğu bir masada
oturmakta olan ayyaşa,
"Ne yapıyorsunuz burada?" diye sormuştu.
"İçiyorum," demişti ayyaş asık bir suratla.
"Niye içiyorsunuz?" diye küçük prens yine
sormuştu,
"Unutmak için," diye yanıtlamıştı ayyaş.
Küçük prens adamın haline üzülerek, "Neyi
unutmak için?" diye sormuştu bu kez de.
"Utancımı," demişti adam başını sallayarak.
"Niçin utanıyorsunuz ki?" diye sormuştu
küçük prens. Ona yardım etmek istiyordu.
"İçtiğim için!" demişti adam. Sonra da yine
eski sessizliğine gömülüvermişti.
Küçük prens kafası karışmış olarak
uzaklaşmıştı oradan.
"Büyükler gerçekten çok tuhaf," diye
söyleniyordu giderken.
Dördüncü
gezegenin sahibi bir
işadamıydı. O kadar
meşguldü ki küçük
prensin
geldiğini
görmemişti bile.
"Günaydın," dedi küçük prens ona.
"Sigaranız sönmüş."
"Üç iki daha beş eder. Beş yedi daha on iki;
on iki üç daha on beş; on beş yedi daha yirmi
iki; yirmi iki altı daha yirmi sekiz... Sigaramı
yeniden yakacak zamanım yok. Yirmi altı beş
daha otuz bir... Vay canına! Böylece beş yüz bir
milyon altı yüz yirmi iki bin yedi yüz otuz bir
etti.
"Beş yüz milyon ne?" diye sordu küçük
prens.
"Ha? Sen hâlâ burada mıydın? Beş yüz bir
milyon. Duramam. Yapacak çok işim var, çok.
Önemli işlerim var benim. Boş sözlerle zaman
öldüremem. İki beş daha yedi..."
"Beş yüz bir milyon ne?" diye sordu küçük
prens yine. Yanıtını almadan sorusundan asla
vazgeçmezdi.
İşadamı başını kaldırdı.
"Bu gezegende yaşamaya başladığımdan bu
yana geçen elli dört yıl içinde yalnızca üç kez
çalışmam bölündü. İlki yirmi iki yıl önceydi.
Nerelen geldiğini bilmediğim sersem bir kaz
konuvermişti karşıma. Çıkardığı korkunç sesler
her yerden yankılanıyordu. Toplamada tam dört
yanlış yaptırdı bana. İkincisi, on bir yıl önceydi.
Romatizmam
tutuverdi.
Pek
jimnastik
yapamıyorum. Boş gezecek zamanım yok.
Üçüncüsü, işte o da şimdi! Ne diyordum? Beş
yüz bir milyon..."
"Milyon ne?"
İşadamı birden bu soruyu yanıtlamadan rahat
bırakılmayacağını anlamıştı.
"Şu küçük şeylerden," dedi. "Hani
gökyüzünde görürüz ya arada bir."
"Sinekler mi?"
"Yo, hayır. Parıldayan küçük şeyler."
"Arılar?"
"Hayır hayır, tembellere hayal kurduran
küçük altın şeyler. Bense boş hayallerle zaman
öldüremem, önemli işlerim var benim."
"Ha, anladım yıldızlar."
"Evet, yıldızlar."
"Eee? Beş yüz milyon yıldıza ne olmuş
peki?"
"Beş yüz bir milyon altı yüz yirmi iki bin
yedi yüz otuz bir. Önemli bir iş yapıyorum
burada. Sayılar şaşmamalı."
"Ne olmuş bu kadar yıldıza peki?"
"Ne mi olmuş?"
"Evet."
"Hiçbir şey olmamış. Benim onlar, hepsi bu."
"Yıldızlar sizin mi?"
"Evet."
"Ama daha önce gördüğüm kral..."
"Krallar yönetirler, sahip olmazlar. İkisi çok
farklıdır."
"Yıldızlara sahip olmanın size ne yararı var
ki?"
"Ne yararı mı var? Zengin oluyorum
böylece."
"Zengin olmanın ne yararı var peki?"
"Zengin olunca yeni yıldızlar satın alabilirim.
Yenileri bulunursa tabii..."
Küçük prens kendi kendine, "Bu adamın
düşünceleri o ayyaş adamınkileri andırıyor
biraz," diye söylendi.
Ama yine de aklına takılanları sormadan
edemedi.
"İnsan nasıl olur da yıldızlara sahip
çıkabilir?"
"Peki sence kimin yıldızlar?"
"Bilmem. Hiç kimsenin."
"Gördün mü işte, benim, çünkü bunu ilk ben
akıl ettim."
"Bu yeterli mi?"
"Tabii, örneğin sahipsiz bir elmas buldun
diyelim, o senindir. Sahipsiz bir ada keşfettin,
senindir. Aklına daha önce kimsenin aklına
gelmeyen bir fikir geldi, hemen patentini alırsın,
senin olur. İşte tıpkı bunun gibi, yıldızların
sahibi de benim; çünkü onlara sahip çıkmayı ilk
ben akıl ettim."
"Evet, doğru," dedi küçük prens. "Peki ne
yapıyorsunuz onlarla?"
"Deftere
işliyorum,"
dedi
işadamı.
"Sayıyorum. Sonra yine sayıyorum. Çok zor iş.
Ama ben tam böyle önemli işler için yaratılmış
bir insanım."
Küçük prens hâlâ tam tatmin olmamıştı bu
sözlerden.
"Bir ipek atkım olsa," dedi, "boynuma sarıp
götürebilirim. Bir çiçeğim olsa, koparıp onu da
götürebilirim. Ama yıldızları gökyüzünden
koparıp alamazsınız ki..."
"Evet, ama bankaya yatırabilirim."
"O da ne demek?"
"Yani yıldızlarımın sayısını bir kâğıda yazar,
bu kağıdı da bir çekmeceye koyup kilitlerim."
"Hepsi bu mu?"
"Bu yeter," dedi işadamı.
"Çok eğlenceli," diye düşündü küçük prens.
"Pek şiirsel, ama çok önemsenecek bir iş değil
gibi." Önemli işler konusunda küçük prens
büyüklerinkinden farklı düşüncelere sahipti.
"Benim bir çiçeğim var," dedi işadamına.
"Her gün suyunu veriyorum. Her hafta
temizlediğim üç volkanım var. Sönmüş olan
volkanımı da temizliyorum ben, ne olur ne
olmaz diye. Onların sahibi olmam çiçeğimin de,
volkanlarımın da biraz işine geliyor. Ama siz
yıldızların hiçbir işine yaramıyorsunuz ki..."
İşadamı ağzını açtı, ama söyleyecek bir şeyi
yoktu. Küçük prens oradan uzaklaştı.
"Şu büyüklerin tümü de çok garip," diye
söylenerek yine yola koyuldu.
Beşinci gezegen
çok
ilginçti.
En
küçükleriydi. Üzerinde
bir sokak feneri vardı
ve bu feneri yakan
adamın sığacağı kadar
yer vardı. Küçük prens
uzayın bir köşesinde,
üzerinde hiçbir insanın
ve evin bulunmadığı
bir gezegende fener ve fenercinin ne işe
yarayabileceğini kestiremedi. Ama yine de kendi
kendine, "Belki de kaçığın biridir," diye
düşündü. "Ama o kral kadar, kendini beğenmiş
adam kadar, ayyaş adamla işadamı kadar kaçık
değil. Feneri yaktığı zaman bir yıldız ya da bir
çiçek daha kazandırmış oluyor bize. Fenerini
söndürdüğü zaman da çiçeği ya da yıldızı
uykuya göndermiş oluyor. Bu çok güzel bir
uğraş. Ve güzel olduğu için de yararlı."
Gezegene vardığında fenerciyi selamladı.
"Günaydın. Fenerinizi niçin söndürdünüz?"
"Emir böyle," dedi fenerci. "Günaydın."
"Emir mi? Ne emri?"
"Fenerimi söndürmem gerektiğini belirten
emir. İyi akşamlar."
Yine feneri yaktı.
"Ama niye yine yaktınız?"
"Emir böyle," dedi fenerci yine.
"Anlamıyorum," dedi küçük prens.
Fenerci, "Anlayacak bir şey yok," dedi.
"Emir emirdir. Günaydın." Ve feneri söndürdü.
Sonra da üzerinde kırmızı küçük kareler bulunan
bir mendille alnında biriken terleri sildi.
"Berbat bir meslek bu. Eskiden bir anlamı
vardı.
Sabahları
söndürüp,
akşamları
yakıyordum. Gündüzün kalan bölümünü
dinlenerek,
geceyi
de
uyuyarak
geçirebiliyordum."
"Herhalde sonradan emir değişti."
"Hayır, emir aynı," dedi fenerci. "Sorun da
bu! Yıldan yıla gezegen daha hızlı dönmeye
başladı, ama emir değişmedi!"
"Sonra?"
"Sonrası şu: Gezegen şimdi kendi
çevresindeki dönüşünü bir dakikada tamamlıyor.
Bu yüzden de kendime ayıracak saniyem bile
kalmıyor. Dakika başı feneri yakıp söndürmek
zorundayım!"
"Çok komik! Demek burada bir gün yalnızca
bir dakika sürüyor."
"Bunun neresi komik?" dedi fenerci. "Şu
konuşmamızı yaptığımız sırada tam bir ay geçti."
"Bir ay mı?"
"Evet, bir ay. Otuz dakika. Otuz gün yani. İyi
akşamlar." Sonra da fenerini yaktı yine.
Küçük prens görevine bu denli sadık olan bu
adamı
sevdiğini
düşündü.
İskemlesini
kaydırarak peşine takıldığı kendi günbatımlarını
düşündü; yeni arkadaşına yardım etmek istedi.
"Biliyor musunuz," dedi. "Size dilediğinizde
dinlenebilmeniz için bir yol gösterebilirim..."
"Hep dinlenmek istiyorum," dedi fenerci.
Bir adamın hem görevine sadık, hem de
tembel olması olanaksız bir şey değildi.
Küçük prens açıklamasını sürdürdü:
"Bu gezegen öyle küçük ki, üç adımda
çevresini dolaşırsınız. Hep gündüz olmasını
istiyorsanız ağır ağır yürürsünüz. Böylece siz
istediğiniz sürece hep gündüz olur."
"Bunun bana pek yararı olmaz," dedi fenerci.
"Hayatta en sevdiğim şey uyumaktır."
"O zaman yapabileceğiniz hiçbir şey yok,"
dedi küçük prens.
"Tabii, yok. Günaydın," dedi fenerci. Ve
fenerini söndürdü.
Küçük prens kendi kendine, "Bu adamı
bütün ötekiler çok küçümserdi herhalde," diye
düşündü yine yola koyulurken, "Kral, kendini
beğenmiş adam, ayyaş, işadamı. Yine de kaçık
olmayan tek kişi o gibi geliyor bana. Belki de
kendisinden başka bir şeyi daha düşündüğü
için."
Sonra da üzüntüyle içini çekerek,
"Arkadaşım olarak seçebileceğim tek kişi o.
Ama gezegeni çok küçük. İkimize birden yer
yok..." diye düşündü.
Küçük prensin kendine asıl itiraf edemediği
şey üzüntüsünün daha çok bir günde 1440
günbatımı
izleyemeyeceğinden
kaynaklanmasıydı!
Altıncı gezegen bir
öncekinden on kez
daha büyüktü. Cilt cilt
kitaplar yazmakta olan
yaşlı
bir
adam
yaşıyordu burada.
Küçük prensin geldiğini görünce, "îşte bir
gezgin!" diye bağırdı.
Küçük prens masaya oturup bir süre derin
derin soludu. Şimdiden çok uzun gelmişti
yolculuğu.
"Nereden geliyorsun?" diye sordu adam ona.
"O kocaman kitap ne kitabı?" diye küçük
prens sordu. "Ne yapıyorsunuz?"
"Coğrafyacıyım."
"Coğrafyacı nedir?"
"Coğrafyacı bütün denizlerin, kentlerin,
dağların ve çöllerin yerini bilen bir bilim
adamıdır."
"Çok ilgi çekici," dedi küçük prens. "İşte
sonunda gerçek bir meslek!"
Sonra da çevresine bakındı. Coğrafyacının
gezegeni küçük prensin gördüğü en görkemli ve
en büyük gezegendi.
"Gezegeniniz çok güzel," dedi coğrafyacıya.
"Okyanuslarınız da var mı?"
"Bunu söyleyemem," dedi coğrafyacı.
"Yaa!" Küçük prens hayal kırıklığına
uğramıştı. "Dağlarınız, peki?"
"Bunu söyleyemem," dedi yine coğrafyacı.
"Peki kentler, ırmaklar, çöller?"
"Bunları da söyleyemem," dedi adam.
"Ama siz coğrafyacısınız!"
"Pek tabii," dedi coğrafyacı, "Ama gezgin
değilim. Gezegenimde tek bir gezgin yok.
Kentleri,
akarsuları,
dağları,
denizleri,
okyanusları ve çölleri gidip saymak
coğrafyacının işi değildir. Coğrafyacının gezip
tozmaktan daha önemli işleri vardır. Bu masadan
ayrılamaz ama gezginleri kabul edebilir. Onlara
sorular sorar, gezi izlenimlerini not alır. Eğer
gezginlerden herhangi birinin anlattıkları ilginç
gelirse, hemen o gezginin ahlakını araştırır."
"O niye?"
"Çünkü yalan söyleyen bir gezgin,
coğrafyacının kitapları için felaket demektir.
Çok içen bir gezgin de."
"O niye?" diye sordu küçük prens yine.
"Çünkü sarhoş gezginler her şeyi çift
görürler. Düşünsene, sonra coğrafyacının
kitaplarına bir yerine iki dağ yazdırmazlar mı?"
"Çok kötü bir gezgin olabilecek birini
tanıyorum," dedi küçük prens.
"Olabilir," dedi yaşlı adam. "Daha sonra,
eğer gezginin ahlakı yerindeyse keşfettiği
yerlerle ilgili olarak araştırma yapılır."
"Oraya giderek, değil mi?"
"Hayır, bu çok uzun sürer. Gezginin kanıt
getirmesini isteriz Örneğin, gezgin yeni bir dağ
keşfettiğini söylüyorsa, oradan büyük kayalar
getirmesini isteriz."
Coğrafyacı birden heyecanla yerinden
sıçradı. "Sen! Sen de uzaklardan geldin! Sen de
bir gezginsin! Bana geldiğin gezegeni anlat
haydi!"
Coğrafyacı bunları söylerken büyük
defterinin kapağını kaldırdı ve kurşunkaleminin
ucunu sivriltti. Gezginler uygun kanıtlar
getirmeden hiçbir şeyi mürekkeple yazmıyordu.
"Evet?" diye küçük prense baktı.
"Şey, yaşadığım yer pek öyle ilginç
sayılmaz," diye anlatmaya başladı küçük prens.
"Çok küçük. Üç volkanım var. İkisi hâlâ etkin,
birisi sönük. Ama hiç belli olmaz."
"Belli olmaz," dedi coğrafyacı.
"Bir de çiçeğim var."
"Çiçekleri yazmıyoruz," dedi coğrafyacı.
"Neden? Çiçeğim gezegenimdeki en güzel
şeydir!"
"Çiçekleri yazmıyoruz," diye yineledi
coğrafyacı, "çünkü onlar gelip geçici şeyler."
"Gelip geçici de ne demek?"
"Coğrafya kitapları, kitaplar içinde en önemli
olanlarıdır. Hiçbir zaman eskimezler. Bir dağın
yer değiştirdiği çok enderdir. Bir okyanusun
sularının çekilmesi de. Biz kalıcı şeyleri
yazarız."
"Ama sönmüş volkanlar yine alev
püskürtebiliyorlar," diye karşı çıktı küçük prens.
"Gelip geçici de ne demek şimdi?"
"Sönmüş ya da sönmemiş, bizim için fark
etmez," dedi coğrafyacı. "Bizim için önemli olan
onun bir dağ olduğu. Bu değişmez."
"Ama gelip geçici de ne demek?" diye küçük
prens yine sordu. Yanıtını almadan bir sorunun
peşini bırakmazdı hiçbir zaman.
"Gelip geçici demek, hızla yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya olmak demektir."
"Benim çiçeğim hızla yok olma tehlikesiyle
mi karşı karşıya?"
"Kesinlikle öyle."
"Çiçeğim gelip geçici," dedi küçük prens
kendi kendine. "Kendini her şeye karşı
savunmak için yalnızca dört dikeni var ve ben
onu gezegenimde yapayalnız bıraktım!"
İlk kez pişmanlık duymuştu. Ama hemen
kendini topladı.
"Buradan sonra nereye gitmemi önerirsiniz?"
diye coğrafyacıya sordu.
"Dünya'ya git," dedi coğrafyacı. "İyi şeyler
duydum orası hakkında."
Ve küçük prens aklı çiçeğinde yola koyuldu.
Yedinci gezegen
böylece Dünya oldu.
Dünya öyle sıradan
bir gezegen değildir.
Orada (zenci kralları
da atlamadan) tam 111
kral, 7.000 coğrafyacı,
900.000
işadamı,
7.500.000
ayyaş,
311.000.000 kendini
beğenmiş insan yaşar; 2.000.000.000 insan yani.
Dünya'nın büyüklüğü hakkında siz bir fikir
vermek için şu kadarını söyleyeyim: Elektriğin
bulunmasından önce altı kıtanın tümünü
aydınlatmak için tam 462.511 kişilik bir fenerci
ordusu işbaşındaydı.
Uzaktan bakıldığında gerçekten görülmeye
değerdiler. Sanki bir operadaki balerinler gibi
düzen içinde hareket ediyorlardı. Önce Yeni
Zelanda ve Avustralya'daki fenerciler fenerlerini
yakıyorlar ve sonra uykuya yatıyorlardı. Sonra
Çin ve Sibirya'daki fenerciler sahneye çıkıyorlar
ve görevlerini yapıp yerlerine çekiliyorlardı.
Onları Rus ve Hintli fenerciler izliyor; daha
sonra Afrika ve Avrupa; son olarak da Güney ve
Kuzey Amerikalı fenerciler işe koyuluyorlardı.
Bu sırayı hiçbir zaman aksatmıyorlardı. Harika
bir şeydi.
Yalnızca iki kişinin, Kuzey Kutbu'ndaki ve
Güney Kutbu'ndaki birer fenerin başında duran
fenercilerin
Материал ұнаса әріптестеріңізбен бөлісіңіз
Ашық сабақ, ҚМЖ, көрнекілік, презентация
жариялап табыс табыңыз!
Материалдарыңызды сатып, ақша табыңыз.
(kaspi Gold, Halyk bank)